“Misafir”
statüsünü çoktan geride bırakmış olan Suriyeli mültecilerin artık kalıcı biçimde
Türkiye’ye entegrasyonu için çalışmak ve bu yeni “çok kültürlü hayat” gerçeğini topluma anlatmak gerekiyor.
Melih Cılga – Twitter:
@melihcilga
Şu anda Türkiye’de “sığınmacı” statüsünde yaşayan Suriyelilerin barınma ve çalışma koşullarını özetlemeyi amaçlayan bu yazı, konuyla ilgili çeşitli araştırma raporlarından yaptığım bir derlemeye dayanıyor. Bu derlemeyi yaparken en çok yararlandığım üç kaynak, Anadolu Kültür ve Açık Toplum Vakfı'nın ortak projesi olan “Suriyeli Multeciler- Bekleme Odasından Oturma Odasına” raporu, Hacettepe Üniversitesi’nden Doç. Dr. M. Murat Erdoğan’ın “Türkiye’deki Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve Uyum” başlıklı araştırması ve Uluslararası Af Örgütü’nün “Hayatta Kalma Mücadelesi: Türkiye’deki Suriye’den Gelen Mülteciler” isimli raporu oldu [0].
Bu kısa derlemeyi “veri gazeteciliği” araçlarıyla desteklemek için, aşağıdaki Fusion Tables haritasını da hazırladım. Haritada farklı renklerdeki yer işaretlerinin anlamı şöyle:
Yeşil işaretler AFAD kamplarını (barınma merkezleri); mavi işaretler Suriyelilerin kendi imkânlarıyla ev kiralayarak veya derme çatma mekânlara sığınarak yaşadıkları şehirleri (10 bin ve daha üzeri sayıda Suriyelinin yaşadığı şehirler); kırmızı işaretler de son bir yıl içerinde “Suriyelilere yönelik protesto, saldırı ya da linç girişimi” vakalarının yaşandığı yerleri gösteriyor.
Türkiye’nin
10 ilinde AFAD tarafından kurulan 24
kampta, 1 Haziran 2015 itibariyle 259.323 Suriyeli ve Iraklı mülteci kalıyor
[1]. Kamplarda barınan herkes kayıt altına alındığı için sayılarını kesin
olarak bilmek mümkün. Kamplarda kalanlar, toplam mültecilerin yaklaşık %15’ine
karşılık geliyor. Geriye kalan %85 ise çeşitli şehirlere dağılmış olarak kendi imkânlarıyla yaşamaya
çalışıyor. Nisan 2011’den bugüne kadar
Türkiye’ye giriş yapan Suriyeli ve Iraklıların toplam sayısının 2 milyona ulaştığı
şu günlerde, sadece İstanbul’da 330.000, Antep’te ise 400.000 mülteci yaşadığı
tahmin ediliyor.
Devletin
AFAD koordinasyonunda sunduğu yardımların haricinde, çok sayıda STK da sınırlı
imkânlarıyla Suriyelilere destek olmaya çalışıyor. Bu noktada STK’ları “inanç
temelli” ve “hak temelli” çalışanlar olarak ikiye ayırmak mümkün. “İnanç
temelli” STK’lar insani yardım konusunda epeyce aktif; fitre, zekât bağışlarını
topluyor, ayni ve nakdi yardım kampanyaları düzenliyorlar. “Hak temelli”
çalışan ve sol eğilimli STK’ların büyük çoğunluğu ise gönüllülük esasına göre
ya da çok küçük bağışlarla çalışmalarını yürütüyor.
Suriyelilerin
yanı sıra, Haziran 2014’ten bu yana Türkiye’ye yaklaşık 30 bin Ezidi de gelmek
zorunda kaldı. Bunların bir kısmı sonradan Avrupa’ya veya Irak’a giderken,
Türkiye’de halen 10 bin civarında Ezidi’nin yaşadığı tahmin ediliyor.
Türkiye’deki Ezidilerin küçük bir kısmı Midyat ve Nusaybin’deki AFAD kamplarında
yaşarken, geri kalanı yoğun olarak Siirt, Batman, Şırnak, Diyarbakır ve
Viranşehir’de belediyelerin kurduğu kamplarda barınıyor.
Irak’tan gelen Ezidiler, Türkiye’deki “inanç temelli” STK’ların pek çoğunun “ilgi
alanına” girmeyebiliyor. Öte yandan, örneğin “hak temelli” bir STK olan Helsinki
Yurttaşlar Derneği, Ezidilere ayrılan Mardin Nusaybin’deki geçici kabul
merkezine 2500 yatak, 500 hijyen kiti ve Suruç’taki Suriyelilere de 700 kişilik
yardım paketi iletmiş durumda. (Kaynak: “Bekleme Odasından
…”).
Misafir mi, sığınmacı mı, mülteci mi?
Suriyeli
ve Iraklılardan bahsederken “sığınmacı” mı, yoksa “mülteci” mi demek gerektiği,
ilk bakışta ayrıntı gibi görünse de, aslında önemli bir konu, çünkü devlet bu
insanları hukuksal statü açısından “mülteci” olarak kabul etmiyor.
Uluslararası
hukukta mültecilerin statüsünü ve haklarını tanımlayan 1951 Cenevre Sözleşmesi
ve 1967 Protokolü’nü Türkiye de imzalamış durumda, ama kendince bir çekince
koyarak. Başlangıçta Batılı ülkelerin de uyguladıkları ama 1967’de
kaldırdıkları bu “coğrafi sınırlama”
çekincesini Türkiye hala sürdürüyor ve sadece Avrupa ülkelerinden gelen
sığınmacıları “mülteci” olarak değerlendiriyor. Avrupa ülkeleri dışından
gelenler Türkiye hukukuna göre “sığınmacı” olarak tanımlanıyor ve uluslararası
hukuktaki mülteci haklarından yararlanamıyor.
Bu
arada, Türkiye'nin Şubat 2013’te çıkarttığı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ve Ekim
2014 tarihli Geçici Koruma Yönetmeliği’nde Suriyelilerin statüsünden
bahsederken “sığınmacı” demekten nihayet vazgeçildi, onun yerine “şartlı mülteci” ve “geçici koruma” gibi yeni kavramlar kullanılmaya başlandı.
Suriyelilere
sağlanan “geçici koruma” statüsü, mülteci haklarının çok uzağında. Bakanlar Kurulu istediği zaman bu koruma statüsünü kaldırma yetkisine sahip. Türkiye,
Suriyelilerin kendi istekleri dışında Suriye’ye geri gönderilmeyeceklerini söylemekle
yetiniyor, ama herhangi bir “kalıcı hak” da vermiyor. Başka bir deyişle, “geçici
koruma” statüsü, Suriyeli mültecileri “misafir” olarak görmek anlayışının bir
devamı.
Geçici
koruma kapsamındaki “kayıtlı” Suriyelilere verilen özel kimlik belgesi,
ikamet izni yerine de geçmiyor ve vatandaşlık başvurusu için bir adım sayılmıyor.
Ama bu kimliğe sahip olmak, kamplarda ve kamp dışında devletin sunduğu sağlık,
eğitim ve sosyal yardım hizmetlerine erişebilmenin ön koşulu.
Kuşkusuz, Suriyelilerden
önce de mülteci statüsüne sahip olmadan Türkiye’de yaşamını sürdüren, üçüncü bir
ülkenin onları kabul etmesini bekleyen ya da kaçak yollardan Avrupa’ya geçmenin
yollarını arayan on binlerce Afrikalı, Afgan, İranlı, Iraklı yıllardır vardı
zaten (BM Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin Türkiye istatistiklerine göre, Mart 2015 itibariyle kayıtlı olan 58.275
kişi [2]). Dolayısıyla, şimdi Suriyelilerle birlikte bu rakam artık milyonlara
ulaşmış durumda. Öte
yandan, Türkiye kontrollü biçimde sürdürdüğü “açık kapı” politikasıyla
neredeyse her gün binlerce yeni Suriyeliyi kabul ederken, Batı ülkelerinin
Suriyeliler için ayırdıkları “kalıcı yerleştirme, geçici ikamet ve aile
birleşimi” kotaları hâlâ çok düşük düzeyde kalmaya devam ediyor. Örneğin Alman
hükümeti 2014 yılında BMMYK aracılığıyla toplam 20 bin Suriyeliyi almayı kabul
etti. Buna ek olarak 8.500 Suriyeli de bazı Alman vatandaşlarının bireysel
sponsorlukları sayesinde Almanya’ya yerleşti. (Kaynak: “Hayatta Kalma
Mücadelesi …”, s. 5). Ayrıca, yine Almanya veya İsveç gibi ülkelere
yerleşebilmek umuduyla, denizden kaçak yolla Türkiye’den Yunanistan’a giriş
yapan mültecilerin sayısının da 2015’in ilk beş ayında 50.000’e ulaştığı
biliniyor. (Kaynak: Yunan Kathimerini gazetesi).
Türkiye’deki barınma
koşulları
Büyük
çoğunluğu Hatay, Antep, Kilis, Urfa ve Mardin olmak üzere sınır şehirlerinde
yoğunlaşan Suriyeli mülteciler, ya iş bulmak ümidiyle ya da kaçak yoldan
Avrupa’ya gitmek için İstanbul, İzmir, Mersin gibi şehirlerde yoğunlaşmış
durumdalar. Kamplar
dışındaki Suriyeli mültecilerin barınma, sağlık, eğitim hizmetlerine yeterli
erişimleri olmadığı, eğer iş bulabilecek kadar şanslılarsa, zor ve ağır işlerde
çok düşük ücretlerle çalışmaya mecbur edilerek, yoksulluk içinde yaşam savaşı
verdikleri çok açık.
Kamp
dışında yaşayan mültecilerin yaklaşık %25’i harabelerde, derme çatma
çadırlarda, metruk binalarda barınıyor. Ev kiralayabilecek durumda olanlar,
kira masrafını en aza indirmek için mecburen birkaç aile bir arada yaşıyor. Ev
sahipleri de genellikle Suriyeli mültecilerden daha fazla ev kirası alıyor. Özellikle
sınır bölgelerinde artan mülteci sayısı ve konut azlığı, kiraların ciddi
oranlarda artmasına neden olmuş. Şehirlerin daha çok kenar mahallelerinde
yaşayan Suriyeli mültecilerin evlerinin
fiziksel koşulları, ısınma ve hijyen açısından da oldukça kötü, banyo ve
mutfak çoğu zaman yok ya da derme çatma.
Çalışma koşulları
Hükümet,
Suriyelilerin çalışma izni almasını kolaylaştıracak yeni bir yasa hazırlamaya girişmişti, fakat henüz yasalaşmış bir düzenleme yok. Suriyeli
mülteciler tekstilden inşaata, tarımdan ağır sanayiye birçok farklı sektörde “kayıt
dışı ekonomi” çerçevesinde, yani asgari ücretin de altındaki ücretlerle ve sigortasız
olarak “çalışmaya çalışıyorlar”.
Belki bu durumdan hoşnut olan tek taraf, Suriyelileri bu koşullarda çalıştıran işverenler. Türkiye’de işsizliğin ve ucuz emeğin çok yaygın olduğu tartışmasız bir gerçekken, birçok işveren için işçinin “kayıtlı” olup olmaması değil, ücret seviyesinin düşüklüğü önemli. Bu nedenle bazı işverenler bu “ucuz emek” akınını bir fırsat (!) olarak kullanıp maliyetleri düşürmeyi deniyor.
Belki bu durumdan hoşnut olan tek taraf, Suriyelileri bu koşullarda çalıştıran işverenler. Türkiye’de işsizliğin ve ucuz emeğin çok yaygın olduğu tartışmasız bir gerçekken, birçok işveren için işçinin “kayıtlı” olup olmaması değil, ücret seviyesinin düşüklüğü önemli. Bu nedenle bazı işverenler bu “ucuz emek” akınını bir fırsat (!) olarak kullanıp maliyetleri düşürmeyi deniyor.
Uluslararası Af Örgütü’nün 2014 tarihli “Hayatta Kalma Mücadelesi: Türkiye’deki Suriye’den Gelen Mülteciler” başlıklı raporuna göre, Suriyeli bir mültecinin aldığı ücret Akçakale’de Türkiyeli bir işçinin aldığının %80’i, Urfa’da yarısı ile %80’i arası, Hatay ve Kilis’te yarısı, İstanbul’da ise üçte biri seviyesinde [4]. (Kaynak: “Hayatta Kalma Mücadelesi ...”, s. 25)
İnsan Hakları Derneği’nin “Yok Sayılanlar: Kamp Dışında Yaşayan Suriye’den Gelen Sığınmacılar İstanbul Örneği” başlıklı raporuna göre de, ücret farklılıkları kadar çalışıp ücretini alamama, kötü çalışma koşulları da mültecilerin sık karşılaştıkları sorunlar. Suriyeli mülteciler işe girdiklerinde ne ücret alacaklarını çoğu zaman bilmiyorlar. Kayıt dışı çalıştıkları için haklarını arama şansları yok. Aldıkları ücret düşük olduğu için genelde çocuklar da dahil tüm aile fertlerinin çalışması gerekebiliyor, çocuk işçiliği hızla yaygınlaşıyor [5].
Yerel halk ve Suriyelilerin
“rekabeti”
Suriyelilerin
çalışma koşullarını etkileyen bir diğer önemli konu, yerel halk ile Suriyeli
mülteciler arasında ucuz emek - işsizlik bağlamında ortaya çıkan rekabet algısı ve birçok defa fiziksel
saldırılarla ve linç girişimleriyle sonuçlanan önyargılar. Suriyelilerin ucuz işgücü olarak emek piyasasına
girmesi, yerel halkın mültecileri “iş fırsatlarını çalan” rakip ya da düşman
olarak algılamalarına neden oluyor.
Hacettepe
Üniversitesi’nden Doç. Dr. M. Murat Erdoğan’ın “Türkiye’deki Suriyeliler:
Toplumsal Kabul ve Uyum” başlıklı araştırmasında, “Suriyeli mültecilere çalışma izni verilmeli
mi?” sorusunu katılımcıların %47,4’ü “Kesinlikle verilmemeli” biçiminde
cevaplamış [6]. Bu negatif önyargı, Suriyelilerle herhangi bir iş ilişkisi
içerisinde olamayan Türkiyelilerin genel Suriyeli algısında da belirleyici bir
yer tutuyor.
Yerel halkla Suriyeliler arasındaki dikkat çekici başka bir “rekabet” konusu da, yine Doç. Dr. Erdoğan’ın raporuna göre, sınır bölgesi illerindeki kadınlarla Suriyeli genç kadınlar arasında yaşanıyor. Bölgedeki bazı erkekler kendi eşlerine psikolojik baskı uygulayarak “Bana iyi davran, itiraz etme, yoksa gider kamplardan 15 yaşında bir Suriyeli kızı kuma getiririm” diyorlar! Haliyle, böyle bir tehditle karşılaşan bölge kadınları, büyük ölçüde erkeklerin yarattığı bu algının etkisinde kalarak, Suriyeli kadınlara hoşnutsuzlukla bakıyor.
Doç. Dr. Erdoğan’ın araştırmasında “Türkiye’deki Suriyelilere
ilişkin kanaatinizi en iyi aşağıdakilerden hangisi ifade eder?” sorusuna %20.8
oranında “Ülkemizde misafirdirler”, %20.1 oranında da “Bize yük olan
insanlardır” yanıtı verilmiş.
“Suriyelilere kesinlikle çalışma izni verilmemelidir” diyenlerin
oranı %47.4.
Suriyelilerin Türk
toplumuna entegrasyonu
Aynı
araştırma, gönüllü STK çalışanları ve sınır bölgesi illerindeki yerel halkın
bir bölümü haricinde, Türk toplumunun çoğunluğunun (özellikle de batı
illerinde) Suriyelilerle arasına ciddi bir mesafe koyduğunu gösteriyor.
Suriyelilerle gündelik hayat içerisinde birlikte yaşamak, onlarla komşu ya da
arkadaş olmak, Türk toplumunun henüz sıcak baktığı bir konu değil. Haritada
kırmızı renkle işaretlediğim “Suriyelilere
yönelik protesto, saldırı ya da linç girişimi” vakalarına baktığımızda, Türklerin
Suriyelilere yaklaşımının kimi zaman “mesafeli tahammül ve yok sayma”, kimi
zaman da “açıkça reddetme ve tehdit olarak görme” duyguları arasında gidip geldiğini
söyleyebiliriz sanırım.
Öte
yandan, Suriye’deki iç savaş hemen yarın bitse bile, birçok Suriyelinin Türkiye’de
yaşamaya devam edeceği, artık herkesin kabul etmesi gereken bir gerçek.
“Misafir” statüsünü çoktan geride bırakmış olan Suriyeli mültecilerin kalıcı
biçimde entegrasyonu ve bu yeni “çok kültürlü hayat” gerçeğinin Türk toplumuna
anlatılması konusunda, devletin kamuoyuyla paylaştığı herhangi bir çalışma ise henüz
yok.
Belki de bir zamanlar Almanya’ya “misafir işçi” olarak giden Türklerin Alman toplumuna entegrasyon sürecinde yaşadıkları başarı ve başarısızlıkları yeniden hatırlamak gerekiyor. Belki de bugün Suriyelilerin Türk toplumuna entegrasyonu gibi bir “ev ödevi”, hepimizin ilgisini bekliyor.
Kaynaklar:
[0] “Suriyeli Multeciler- Bekleme Odasından
Oturma Odasına” http://www.anadolukultur.org/tr/calisma-alanlari/kulturel-cesitlilik-ve-insan-haklari/suriyeli-multeciler-bekleme-odasindan-oturma-odasina/178
“Türkiye’deki
Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve Uyum” http://www.hugo.hacettepe.edu.tr/HUGO-RAPOR-TurkiyedekiSuriyeliler.pdf
[4]
“Hayatta Kalma Mücadelesi: Türkiye’deki Suriye’den Gelen Mülteciler” http://amnesty.org.tr/uploads/Docs/hayatta-kalma-mucadelesi-turkiye'deki-suriye'den-gelen-multeciler720.pdf