Mühendisler için Almanca - German for Engineers B1 B2
Almanca mühendislik kavramlarını ve teknik ders kitaplarında kullanılan gramer yapılarını İngilizce olarak anlattığım yeni kursum, Udemy’de yayımlandı:
Suriyeli Mültecilere Destek Olan Ulusal ve Uluslararası
Sivil Toplum Kuruluşları
STK’ların interaktif Ağ Haritası (Network Graph via @graphcommons). Ağ haritasını tam ekran incelemek için tıklayın
Suriyeli mültecilerin Avrupa’ya
akınını durdurmak isteyen AB’nin Türk hükümetine teklif ettiği işbirliği
planında, Türkiye’de kalacak
mültecilerin burada hangi koşullarda nasıl yaşayacakları konusunda ciddi
belirsizlikler var. Asıl soru şu: Suriyelilerin bugün Türkiye’de nasıl bir
çaresizlik ve sefalet içerisinde olduğunun kim ne kadar farkında ve bunu kim ne
kadar umursuyor?
“Çaresizlik ve sefalet” kimilerine
fazla iddialı gelebilir, ama ister kampta ister şehirdeki bir mahallede yaşasın,
insanların “yaşama memnuniyeti” seviyesi, içinde bulundukları toplumda ne kadar
kabul gördükleriyle, topluma ne kadar entegre olduklarıyla orantılı bir konu. Eğer
her gün binlerce kişi ölüm tehlikesini göze alarak Yunanistan’a kaçıyorsa,
Türkiye bu insanlara “normal bir hayat” umudu sunamıyor demektir.
AB istiyor diye Türkiye’nin sınır kontrollerini
sıkılaştırması bu göç trafiğini belli oranda azaltabilir belki, fakat tamamen
durdurmaya yetmeyecektir. Eğer bir mülteci bir ülkede kendisi ve ailesi için
gelecek umudu göremiyorsa, bir yolunu bulup başka bir ülkeye gitmeyi mutlaka dener;
ilk denemede başarısız olsa bile birgün mutlaka yeniden dener. Hiçbir güvenlik
önlemi, insanca koşullarda topluma entegre olarak “normal bir hayat”
yaşayabilme isteğinin önüne geçemez.
Yardımların dağıtılmasında şeffaflık
Türkiye’de devletin mülteci
politikasına toz kondurmak istemeyenler, 2 milyon mültecinin yükünün sadece
Türkiye tarafından üstlenildiğini, son dört yıl boyunca Batılı ülkelerin
yeterince yardım etmediğini öne sürüyor. Aslında durum tam öyle değil. Türkiye uluslararası
kurumlara “siz yardımı bana verin, ben dağıtırım, ama kimseye de hesap vermem”
diyor. Batılı kurumlar ise şeffaflık ve hesap verebilirlik prensiplerine göre
çalışmak istiyor, yardımların adaletli ve etkin biçimde dağıtılması için uluslararası
denetime açık bir süreçte aktif rol ve sorumluluk almak istiyor.
Suriyeli mülteciler konusunda dış
yardımlara kapalı olmak ve uluslararası sivil toplumla işbirliğinden uzak
durmak, öteden beri Türk hükümetinin bilinçli bir politikası oldu. Ancak şimdi
yavaş yavaş da olsa bu politika biraz yumuşatılıyor. Örneğin, BM Mülteciler
Yüksek Komiserliği (UNHCR) mülteci akınının yeni başladığı 2011’de Suriye
sınırından giriş yapanları kayıt altına alma işleminde yardımcı olmayı teklif
etmişti, ama bu teklif Türk hükümeti tarafından reddedildi. UNHCR gibi bir
örgüt bile, başlangıçta AFAD kamplarına sokulmadı. Ancak Ekim 2012’den itibaren
BM örgütlerine çok sınırlı olarak kamplara giriş izinleri verilmeye başlandı.
Şu anda bile UNHCR’ın kamplara yönelik faaliyet izni sadece teknik destek ve
“gönüllü geri dönüş” mülakatlarını izlemekle sınırlı.
Sadece yabancıların değil, ulusal
STK’ların da kamplara giriş imkânları çok sınırlı. Yardım malzemelerini ya
Kızılay üzerinden ya da kamp girişlerinde AFAD yetkililerine teslim ederek
ulaştırabiliyorlar. Kamplar kamuoyuna ve her türlü sivil denetime de kapalı. Haliyle, yerli ve yabancı STK’lar
faaliyetlerini iki grup üzerinde yoğunlaştırmış durumdalar: a) Kamp dışında
şehirlerde yaşayan Suriyeli mülteciler, b) Sınır ötesinde Suriye’nin içinde
“yerinden edilmiş” insanlar.
Devletin boşluğunu STK’lar doldurdu
Savaştan kaçan mültecileri kabul
ederek Türkiye’nin büyük bir iyilik yaptığı kuşkusuz doğru; fakat devlet
şehirlerdeki mültecileri büyük oranda kendi kaderine terk edince, ortaya çıkan
yardım ve hizmet boşluğunu doldurmak ulusal ve uluslararası STK’lara, yerel
halka ve belediyelere düştü.
Devlet hala kontrolü elden
kaçırmama korkusu ve “güvenlik devleti” refleksiyle çok yavaş hareket ediyor;
hem kendisi yardım edemiyor hem de yardım edebilecek olanlara izin vermeyi
geciktiriyor.
Uluslararası STK’ların İçişleri
Bakanlığı’ndan çalışma izni alması, çok ağır işleyen bir süreç. Başvurular Dışişleri
Bakanlığı, güvenlik ve istihbarat birimleri ile paylaşılıyor. STK’nın kayıtlı
olduğu ülkedeki TC Büyükelçiliğinden bilgi talep ediliyor. STK’nın kara listede
olmaması yani geçmişte Türkiye’ye yönelik olumsuz bir beyanatının olmaması
şart; herhangi bir elemanının Türkiye’de turist vizesi ile çalışıyor olmaması da
gerekiyor. İzin başvurusu reddedilen ya da incelemede
olan birçok uluslararası STK, yerel-ulusal STK’larla işbirliği yaparak, daha
doğrusu onların adı altında mültecilere yardım yapmaya çalışıyor. İGAM-DER’in
raporunda (1) belirtildiğine göre, tüm
uluslararası STK’lar, para transferleri, maaş, ücret ve diğer masraflarının
gerçekleşmesi gibi ciddi operasyonel sorunlarla karşı karşıya. Bu nedenle,
izin alabilenler bile oldukça sessiz, kapalı ve daha çok Suriye içine yönelik
faaliyet gösteriyor.
Yerel ve ulusal STK’lar
Ulusal STK’ların yardım
faaliyetleri ağırlıklı olarak acil hayati ihtiyaç maddeleriyle sınırlı (gıda,
giysi, barınak). İhtiyaç sahibi kitlenin genişliği ve imkânların darlığı
nedeniyle, sağlanan sınırlı malzeme anında dağıtılıyor ve tükeniyor.
Yardımların maddi kaynağı daha çok yine yerel iş çevreleri, belediyeler ve
sokaktan, camiden toplanan bağışlardan geliyor. Çoğunluğu “inanç temelli” olan
ulusal STK’ların yardım faaliyetlerinin dayandırıldığı bir plan, geleceğe
yönelik bir strateji yok.
“Hak temelli” laik STK’lar ise daha
çok yardım faaliyetlerinin ayrımcılık yapılmadan adaletli biçimde dağıtılıp
dağıtılmadığını izlemeye, durumu raporlama çalışıyor. Uluslararası insani
yardım ahlak normlarının hem STK’lar hem de resmi kurumlar tarafından ne kadar
iyi bilindiğini ve ne kadar uygulandığını denetlemeye çalışıyorlar. Alevi ve
Ezidi mültecilerin yardımlara erişmekte zorlandığına dair gazete haberleri
herkesin hafızasında. Tabii bu laik STK’ların arasında da acil yardım desteği
sunanlar var.
Olması gerekenden çok daha az
sayıda uluslararası STK, acil gıda yardımının dışında, psikolojik destek ya da
mesleki eğitim gibi uzmanlık gerektiren alanlarda destek olmaya çalışıyor. Oysa
alanında uzmanlaşmış sivil kurumların sağlayabileceği planlı ve etkili insani
yardıma duyulan ihtiyaç çok büyük ve acil. İzin başvurusu reddedilen
uluslararası STK’ların bazıları tüm dünyada saygın isim yapmış, alanında
uzmanlaşmış ve çok daha geniş imkânlara sahip kurumlar. Ama biz bu uluslararası
uzmanlık ve tecrübelerden yararlanma olanağını kendi elimizle itiyoruz.
Uzmanlık gerektiren özel ihtiyaçlar
Mültecilerin içerisinde kadın,
yaşlı, engelli, çocuk veya LGBT grupların özel sorunları, sosyal dışlanma ve
ayrımcılık, savaş ve zorla yerinden edilme gibi büyük travmalar sonrası oluşan
psikolojik problemler gibi özel uzmanlık gerektiren ihtiyaçları var. Ama “inanç
temelli” ulusal STK’lar bu konuda yeterli uzmanlık, donanım ve kaynağa sahip
değiller. Bu uzmanlığa sahip olup sahada aktif olarak çalışan “hak temelli”
laik ulusal STK’ların ise mali kaynakları ve kadroları çok sınırlı.
Asıl problem ise şu: Hem bu
uzmanlığa hem de gerekli finansman ve kadroya sahip olan “hak temelli” laik
ulusal STK’lar, mülteci krizine sırtlarını dönmüş durumdalar. Türkiye’nin batı
kesimlerinde, özellikle üç büyük kentteki nispeten güçlü STK’lar, kadın
kuruluşları, barolar, çocuk STK’ları, meslek kuruluşları, işveren
temsilcilikleri ve medya, Suriyeli mülteciler için herhangi bir yardım
kampanyası başlatmış değil. Bazı büyük ulusal STK’ların böylesine ciddi bir
mülteci sorununu görmezden gelmeleri, ancak bu insani konunun hükümet
tarafından siyasallaştırılmış olmasıyla açıklanabilir. Kadroya ve finansmana sahip büyük ulusal STK’lar belki hükümetin
genel Suriye politikasına mesafeli durdukları için mülteci krizinin insani
boyutunu da görmezden geliyor, belki de harekete geçtiklerinde hükümetten
destek yerine köstek göreceklerini düşünerek suskun kalmayı tercih ediyorlar.
Koordinasyon eksikliği
BM İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi’nin
(OCHA) görevi, uluslararası, ulusal ve yerel STK’lar arasındaki koordinasyonu
sağlamak. Türk hükümeti OCHA’ya sadece Suriye içerisindeki STK faaliyetlerini
koordine etmekle sınırlı bir faaliyet izni verdi ve nihayet OCHA Gaziantep’te
bir ofis açabildi. Oysa Türkiye’deki STK’ların faaliyetlerinin koordinasyonunda
da ciddi bir boşluk var. Örneğin, “inanç temelli” ulusal STK’ların yabancı
STK’larla ve uluslararası kuruluşlarla, özellikle UNHCR gibi BM kurumlarıyla
bağlantıları çok sınırlı ya da hiç yok. Türkiye’deki yerli ve yabancı tüm STK’lar,
birbirlerinden ilkesel olarak ayrıştıklarından, genelde faaliyetlerini birbirlerinden
habersiz yürütüyorlar. Bilgi paylaşımı, kaynakları bir araya getirme gibi
konularda büyük bir koordinasyon eksikliği var.
Mültecilerin çoğu, kentlerde
kendilerine sunulan imkânlardan habersizler. Bilgi sadece gönüllü kişilerin
çabasıyla ulaştırılıyor ve kulaktan kulağa yayılıyor. Valiliklerin,
belediyelerin, STK’ların yerel olarak sağladıkları hizmetlerin medya ve diğer
iletişim araçlarıyla, kent ve kırsal bölgelere yayılmış insanlara duyurulması
acil bir ihtiyaç.
Bu alanda çalışan STK’ların
faaliyetleri konusunda sağlanacak farkındalık, krize seyirci kalan çok sayıda ulusal
STK’yı da teşvik edebilir. Sahada faaliyet gösteren STK’larla potansiyelleri
olan diğer STK’ların bir araya gelip işbirliği yapmaları sağlanabilir.Türkiye’de kamu kurumlarının yetersiz
kaldıkları alanlarda STK’ların daha fazla destek vermesi, mültecilerin “insan
onuruna yakışır bir yaşam” ümidini güçlendirebilir.
4) Ulusal ve uluslararası STK’ların
kurumsal web siteleri, gazeteler, akademik tezler ve çok sayıda farklı
kaynaktan yapılan “masa başı araştırma / desktop research” derlemesi
“Misafir”
statüsünü çoktan geride bırakmış olan Suriyeli mültecilerin artık kalıcı biçimde
Türkiye’ye entegrasyonu için çalışmak ve bu yeni “çok kültürlü hayat” gerçeğini topluma anlatmak gerekiyor.
Melih Cılga – Twitter:
@melihcilga
Şu
anda Türkiye’de “sığınmacı” statüsünde yaşayan Suriyelilerin barınma ve çalışma koşullarını
özetlemeyi amaçlayan bu yazı, konuyla ilgili çeşitli araştırma raporlarından
yaptığım bir derlemeye dayanıyor. Bu derlemeyi yaparken en çok yararlandığım üç kaynak, Anadolu
Kültür ve Açık Toplum Vakfı'nın ortak projesi olan “Suriyeli Multeciler-
Bekleme Odasından Oturma Odasına” raporu, Hacettepe Üniversitesi’nden Doç. Dr. M.
Murat Erdoğan’ın “Türkiye’deki Suriyeliler:
Toplumsal Kabul ve Uyum” başlıklı araştırması ve Uluslararası Af Örgütü’nün “Hayatta Kalma Mücadelesi: Türkiye’deki Suriye’den
Gelen Mülteciler” isimli raporu oldu [0].
Bu
kısa derlemeyi “veri gazeteciliği” araçlarıyla desteklemek için, aşağıdaki
Fusion Tables haritasını da hazırladım. Haritada farklı renklerdeki yer
işaretlerinin anlamı şöyle: Yeşil işaretler AFAD kamplarını (barınma merkezleri);
mavi işaretler Suriyelilerin kendi imkânlarıyla ev kiralayarak veya derme çatma
mekânlara sığınarak yaşadıkları şehirleri (10 bin ve daha üzeri sayıda
Suriyelinin yaşadığı şehirler); kırmızı işaretler de son bir yıl içerinde “Suriyelilere yönelik protesto, saldırı ya da
linç girişimi” vakalarının yaşandığı yerleri gösteriyor.
Türkiye’nin
10 ilinde AFAD tarafından kurulan 24
kampta, 1 Haziran 2015 itibariyle 259.323 Suriyeli ve Iraklı mülteci kalıyor
[1]. Kamplarda barınan herkes kayıt altına alındığı için sayılarını kesin
olarak bilmek mümkün. Kamplarda kalanlar, toplam mültecilerin yaklaşık %15’ine
karşılık geliyor. Geriye kalan %85 ise çeşitli şehirlere dağılmış olarak kendi imkânlarıyla yaşamaya
çalışıyor. Nisan 2011’den bugüne kadar
Türkiye’ye giriş yapan Suriyeli ve Iraklıların toplam sayısının 2 milyona ulaştığı
şu günlerde, sadece İstanbul’da 330.000, Antep’te ise 400.000 mülteci yaşadığı
tahmin ediliyor.
Devletin
AFAD koordinasyonunda sunduğu yardımların haricinde, çok sayıda STK da sınırlı
imkânlarıyla Suriyelilere destek olmaya çalışıyor. Bu noktada STK’ları “inanç
temelli” ve “hak temelli” çalışanlar olarak ikiye ayırmak mümkün. “İnanç
temelli” STK’lar insani yardım konusunda epeyce aktif; fitre, zekât bağışlarını
topluyor, ayni ve nakdi yardım kampanyaları düzenliyorlar. “Hak temelli”
çalışan ve sol eğilimli STK’ların büyük çoğunluğu ise gönüllülük esasına göre
ya da çok küçük bağışlarla çalışmalarını yürütüyor.
Suriyelilerin
yanı sıra, Haziran 2014’ten bu yana Türkiye’ye yaklaşık 30 bin Ezidi de gelmek
zorunda kaldı. Bunların bir kısmı sonradan Avrupa’ya veya Irak’a giderken,
Türkiye’de halen 10 bin civarında Ezidi’nin yaşadığı tahmin ediliyor.
Türkiye’deki Ezidilerin küçük bir kısmı Midyat ve Nusaybin’deki AFAD kamplarında
yaşarken, geri kalanı yoğun olarak Siirt, Batman, Şırnak, Diyarbakır ve
Viranşehir’de belediyelerin kurduğu kamplarda barınıyor.
Irak’tan gelen Ezidiler, Türkiye’deki “inanç temelli” STK’ların pek çoğunun “ilgi
alanına” girmeyebiliyor. Öte yandan, örneğin “hak temelli” bir STK olan Helsinki
Yurttaşlar Derneği, Ezidilere ayrılan Mardin Nusaybin’deki geçici kabul
merkezine 2500 yatak, 500 hijyen kiti ve Suruç’taki Suriyelilere de 700 kişilik
yardım paketi iletmiş durumda. (Kaynak: “Bekleme Odasından
…”).
Misafir mi, sığınmacı mı,
mülteci mi?
Suriyeli
ve Iraklılardan bahsederken “sığınmacı” mı, yoksa “mülteci” mi demek gerektiği,
ilk bakışta ayrıntı gibi görünse de, aslında önemli bir konu, çünkü devlet bu
insanları hukuksal statü açısından “mülteci” olarak kabul etmiyor.
Uluslararası
hukukta mültecilerin statüsünü ve haklarını tanımlayan 1951 Cenevre Sözleşmesi
ve 1967 Protokolü’nü Türkiye de imzalamış durumda, ama kendince bir çekince
koyarak. Başlangıçta Batılı ülkelerin de uyguladıkları ama 1967’de
kaldırdıkları bu “coğrafi sınırlama”
çekincesini Türkiye hala sürdürüyor ve sadece Avrupa ülkelerinden gelen
sığınmacıları “mülteci” olarak değerlendiriyor. Avrupa ülkeleri dışından
gelenler Türkiye hukukuna göre “sığınmacı” olarak tanımlanıyor ve uluslararası
hukuktaki mülteci haklarından yararlanamıyor.
Bu
arada, Türkiye'nin Şubat 2013’te çıkarttığı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ve Ekim
2014 tarihli Geçici Koruma Yönetmeliği’nde Suriyelilerin statüsünden
bahsederken “sığınmacı” demekten nihayet vazgeçildi, onun yerine “şartlı mülteci” ve “geçici koruma” gibi yeni kavramlar kullanılmaya başlandı.
Suriyelilere
sağlanan “geçici koruma” statüsü, mülteci haklarının çok uzağında. Bakanlar Kurulu istediği zaman bu koruma statüsünü kaldırma yetkisine sahip. Türkiye,
Suriyelilerin kendi istekleri dışında Suriye’ye geri gönderilmeyeceklerini söylemekle
yetiniyor, ama herhangi bir “kalıcı hak” da vermiyor. Başka bir deyişle, “geçici
koruma” statüsü, Suriyeli mültecileri “misafir” olarak görmek anlayışının bir
devamı.
Geçici
koruma kapsamındaki “kayıtlı” Suriyelilere verilen özel kimlik belgesi,
ikamet izni yerine de geçmiyor ve vatandaşlık başvurusu için bir adım sayılmıyor.
Ama bu kimliğe sahip olmak, kamplarda ve kamp dışında devletin sunduğu sağlık,
eğitim ve sosyal yardım hizmetlerine erişebilmenin ön koşulu.
Kuşkusuz, Suriyelilerden
önce de mülteci statüsüne sahip olmadan Türkiye’de yaşamını sürdüren, üçüncü bir
ülkenin onları kabul etmesini bekleyen ya da kaçak yollardan Avrupa’ya geçmenin
yollarını arayan on binlerce Afrikalı, Afgan, İranlı, Iraklı yıllardır vardı
zaten (BM Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin Türkiye istatistiklerine göre, Mart 2015 itibariyle kayıtlı olan 58.275
kişi [2]). Dolayısıyla, şimdi Suriyelilerle birlikte bu rakam artık milyonlara
ulaşmış durumda. Öte
yandan, Türkiye kontrollü biçimde sürdürdüğü “açık kapı” politikasıyla
neredeyse her gün binlerce yeni Suriyeliyi kabul ederken, Batı ülkelerinin
Suriyeliler için ayırdıkları “kalıcı yerleştirme, geçici ikamet ve aile
birleşimi” kotaları hâlâ çok düşük düzeyde kalmaya devam ediyor. Örneğin Alman
hükümeti 2014 yılında BMMYK aracılığıyla toplam 20 bin Suriyeliyi almayı kabul
etti. Buna ek olarak 8.500 Suriyeli de bazı Alman vatandaşlarının bireysel
sponsorlukları sayesinde Almanya’ya yerleşti. (Kaynak: “Hayatta Kalma
Mücadelesi …”, s. 5). Ayrıca, yine Almanya veya İsveç gibi ülkelere
yerleşebilmek umuduyla, denizden kaçak yolla Türkiye’den Yunanistan’a giriş
yapan mültecilerin sayısının da 2015’in ilk beş ayında 50.000’e ulaştığı
biliniyor. (Kaynak: Yunan Kathimerini gazetesi).
Türkiye’deki barınma
koşulları
Büyük
çoğunluğu Hatay, Antep, Kilis, Urfa ve Mardin olmak üzere sınır şehirlerinde
yoğunlaşan Suriyeli mülteciler, ya iş bulmak ümidiyle ya da kaçak yoldan
Avrupa’ya gitmek için İstanbul, İzmir, Mersin gibi şehirlerde yoğunlaşmış
durumdalar. Kamplar
dışındaki Suriyeli mültecilerin barınma, sağlık, eğitim hizmetlerine yeterli
erişimleri olmadığı, eğer iş bulabilecek kadar şanslılarsa, zor ve ağır işlerde
çok düşük ücretlerle çalışmaya mecbur edilerek, yoksulluk içinde yaşam savaşı
verdikleri çok açık.
Kamp
dışında yaşayan mültecilerin yaklaşık %25’i harabelerde, derme çatma
çadırlarda, metruk binalarda barınıyor. Ev kiralayabilecek durumda olanlar,
kira masrafını en aza indirmek için mecburen birkaç aile bir arada yaşıyor. Ev
sahipleri de genellikle Suriyeli mültecilerden daha fazla ev kirası alıyor. Özellikle
sınır bölgelerinde artan mülteci sayısı ve konut azlığı, kiraların ciddi
oranlarda artmasına neden olmuş. Şehirlerin daha çok kenar mahallelerinde
yaşayan Suriyeli mültecilerin evlerinin
fiziksel koşulları, ısınma ve hijyen açısından da oldukça kötü, banyo ve
mutfak çoğu zaman yok ya da derme çatma.
Çalışma koşulları
Hükümet,
Suriyelilerin çalışma izni almasını kolaylaştıracak yeni bir yasa hazırlamaya girişmişti, fakat henüz yasalaşmış bir düzenleme yok. Suriyeli
mülteciler tekstilden inşaata, tarımdan ağır sanayiye birçok farklı sektörde “kayıt
dışı ekonomi” çerçevesinde, yani asgari ücretin de altındaki ücretlerle ve sigortasız
olarak “çalışmaya çalışıyorlar”.
Belki
bu durumdan hoşnut olan tek taraf, Suriyelileri bu koşullarda çalıştıran
işverenler. Türkiye’de işsizliğin ve ucuz emeğin çok yaygın
olduğu tartışmasız bir gerçekken, birçok işveren için işçinin “kayıtlı” olup
olmaması değil, ücret seviyesinin düşüklüğü önemli. Bu nedenle bazı işverenler
bu “ucuz emek” akınını bir fırsat (!) olarak kullanıp maliyetleri düşürmeyi
deniyor.
Uluslararası
Af Örgütü’nün 2014 tarihli “Hayatta Kalma Mücadelesi:
Türkiye’deki Suriye’den Gelen Mülteciler” başlıklı raporuna göre, Suriyeli bir mültecinin
aldığı ücret Akçakale’de Türkiyeli bir işçinin aldığının %80’i, Urfa’da yarısı
ile %80’i arası, Hatay ve Kilis’te yarısı, İstanbul’da ise üçte biri seviyesinde
[4]. (Kaynak: “Hayatta Kalma Mücadelesi ...”, s. 25) İnsan
Hakları Derneği’nin “Yok Sayılanlar: Kamp
Dışında Yaşayan Suriye’den Gelen Sığınmacılar İstanbul Örneği” başlıklı raporuna göre de,
ücret farklılıkları kadar çalışıp ücretini alamama, kötü çalışma koşulları da
mültecilerin sık karşılaştıkları sorunlar. Suriyeli mülteciler işe
girdiklerinde ne ücret alacaklarını çoğu zaman bilmiyorlar. Kayıt dışı çalıştıkları
için haklarını arama şansları yok. Aldıkları ücret düşük olduğu için genelde
çocuklar da dahil tüm aile fertlerinin çalışması gerekebiliyor, çocuk işçiliği
hızla yaygınlaşıyor [5].
Yerel halk ve Suriyelilerin
“rekabeti”
Suriyelilerin
çalışma koşullarını etkileyen bir diğer önemli konu, yerel halk ile Suriyeli
mülteciler arasında ucuz emek - işsizlik bağlamında ortaya çıkan rekabet algısı ve birçok defa fiziksel
saldırılarla ve linç girişimleriyle sonuçlanan önyargılar. Suriyelilerin ucuz işgücü olarak emek piyasasına
girmesi, yerel halkın mültecileri “iş fırsatlarını çalan” rakip ya da düşman
olarak algılamalarına neden oluyor.
Hacettepe
Üniversitesi’nden Doç. Dr. M. Murat Erdoğan’ın “Türkiye’deki Suriyeliler:
Toplumsal Kabul ve Uyum” başlıklı araştırmasında, “Suriyeli mültecilere çalışma izni verilmeli
mi?” sorusunu katılımcıların %47,4’ü “Kesinlikle verilmemeli” biçiminde
cevaplamış [6]. Bu negatif önyargı, Suriyelilerle herhangi bir iş ilişkisi
içerisinde olamayan Türkiyelilerin genel Suriyeli algısında da belirleyici bir
yer tutuyor.
Yerel
halkla Suriyeliler arasındaki dikkat çekici başka bir “rekabet” konusu da, yine
Doç. Dr. Erdoğan’ın raporuna göre, sınır bölgesi illerindeki kadınlarla
Suriyeli genç kadınlar arasında yaşanıyor. Bölgedeki bazı erkekler kendi
eşlerine psikolojik baskı uygulayarak “Bana iyi davran, itiraz etme, yoksa
gider kamplardan 15 yaşında bir Suriyeli kızı kuma getiririm” diyorlar!
Haliyle, böyle bir tehditle karşılaşan bölge kadınları, büyük ölçüde erkeklerin
yarattığı bu algının etkisinde kalarak, Suriyeli kadınlara hoşnutsuzlukla
bakıyor.
Doç. Dr. Erdoğan’ın araştırmasında “Türkiye’deki Suriyelilere
ilişkin kanaatinizi en iyi aşağıdakilerden hangisi ifade eder?” sorusuna %20.8
oranında “Ülkemizde misafirdirler”, %20.1 oranında da “Bize yük olan
insanlardır” yanıtı verilmiş.
“Suriyelilere kesinlikle çalışma izni verilmemelidir” diyenlerin
oranı %47.4.
Suriyelileri şiddet ve suçla ilişkilendirenlerin oranı %62.3.
Suriyelilerin Türk
toplumuna entegrasyonu
Aynı
araştırma, gönüllü STK çalışanları ve sınır bölgesi illerindeki yerel halkın
bir bölümü haricinde, Türk toplumunun çoğunluğunun (özellikle de batı
illerinde) Suriyelilerle arasına ciddi bir mesafe koyduğunu gösteriyor.
Suriyelilerle gündelik hayat içerisinde birlikte yaşamak, onlarla komşu ya da
arkadaş olmak, Türk toplumunun henüz sıcak baktığı bir konu değil. Haritada
kırmızı renkle işaretlediğim “Suriyelilere
yönelik protesto, saldırı ya da linç girişimi” vakalarına baktığımızda, Türklerin
Suriyelilere yaklaşımının kimi zaman “mesafeli tahammül ve yok sayma”, kimi
zaman da “açıkça reddetme ve tehdit olarak görme” duyguları arasında gidip geldiğini
söyleyebiliriz sanırım.
Öte
yandan, Suriye’deki iç savaş hemen yarın bitse bile, birçok Suriyelinin Türkiye’de
yaşamaya devam edeceği, artık herkesin kabul etmesi gereken bir gerçek.
“Misafir” statüsünü çoktan geride bırakmış olan Suriyeli mültecilerin kalıcı
biçimde entegrasyonu ve bu yeni “çok kültürlü hayat” gerçeğinin Türk toplumuna
anlatılması konusunda, devletin kamuoyuyla paylaştığı herhangi bir çalışma ise henüz
yok.
Belki
de bir zamanlar Almanya’ya “misafir işçi” olarak giden Türklerin Alman
toplumuna entegrasyon sürecinde yaşadıkları başarı ve başarısızlıkları yeniden
hatırlamak gerekiyor. Belki de bugün Suriyelilerin Türk toplumuna entegrasyonu
gibi bir “ev ödevi”, hepimizin ilgisini bekliyor.
Punto24 Bağımsız Gazetecilik
Platformu (P24) ve Friedrich Ebert Stiftung’un (FES) düzenlediği “Geçmişle
Yüzleşmek, İleriye Bakmak” başlıklı araştırma programı kapsamında, altı
gazeteci meslektaşımla birlikte, Hamburg ve Berlin’de çeşitli medya kurumlarını
kapsayan bir araştırma gezisine katıldım.
13-17 Nisan’da gerçekleşen bu araştırma
gezisinin amacı, Yahudi Soykırımı ile yüzleşme sürecinde Alman medyasının
üstlendiği rol hakkında bilgi edinmek ve buna dayanarak Türkiye’nin kendi
geçmişiyle yüzleşmesi için bizim gazetecilerimizin neler yapabileceğini
tartışmaya açmaktı.
Türkiye’nin geçmişinde Ermeni,
Süryani ve Rumlara uygulanan “tehcir görünümlü” soykırımlardan Dersim
katliamına, 1934 Trakya Musevi pogromundan Varlık Vergisi’ne ya da 1964 Rum
sürgününe kadar, henüz devletin ve kamuoyunun yüzleşmediği çok sayıda karanlık
sayfa var.
Araştırmaya katılan altı
gazetecinin her biri, Türkiye’nin yüzleşmesi gereken bu büyük trajedilerden
birini seçip derinlemesine çalışarak bir haber-röportaj hazırlamakla da yükümlüydü.
Yüzleşmede medyanın rolü çerçevesindeki Almanya-Türkiye karşılaştırmasının yanı
sıra benim seçtiğim çalışma konusu, Türkiye’deki Rum toplumunun “geçmişle yüzleşmek ve ileriye bakmak” faaliyetleri
oldu. Bu amaçla, Türkiye’deki Rum toplumunun önde gelen isimlerinden Laki Vingas’la yaptığım ayrıntılı röportajı bu linkten
okuyabilirsiniz. Ayrıca bu
araştırmayı “veri gazeteciliği” araçlarıyla da desteklemek amacıyla, veri tablosuna dayanan bir Google Fusion Tables haritası da hazırladım:
İstanbul’daki Rum Ortodoks kilise vakıflarına ait
mülklerin hangilerine devlet tarafından el konulduğunu, hangilerinin iade
edildiğini gösteren bu güncel interaktif haritayı şuradan inceleyebilirsiniz. (Haritanın dayandığı veri
tablosu da burada).
Rum toplumunun devlet
birimleriyle pozitif ilişkiler geliştirmesinde büyük emeği olan Laki Vingas, Türkiye’deki Rum nüfusunun
kritik derecede azalmış olduğuna dikkat çekerek, “Devlet, üç dört bin tane Rum
Yunanlının buraya gelmesini sağlamalı” diyor. Ayrıca “Gayrimüslim cemaat
vakıfları haricinde seçme ve seçilme hakkından mahrum kalan hiçbir tüzel
kişilik yok!” diyen Vingas,
vakıfları Rum cemaatinin ihtiyaçları doğrultusunda geleceğe taşıyabilmek ve
yeniden yapılandırabilmek için de vakıf seçim yönetmeliğinin çıkmasını
beklediklerini söylüyor.
Laki Vingas
Sorularımızı email yoluyla
cevaplayan Rumvader başkanı Andon
Parizyanos’un altını çizdiği noktalar ise şunlar: 1) Türkiye’deki gazeteciler (özellikle genç muhabirler) Rum
toplumunu tanımıyorlar, merak etmek ve öğrenmek zahmetine de katlanmıyorlar.
Rum cemaatinin 19. ve 20. yüzyıl boyunca Türkiye’nin ortak kültür mirasına
yaptığı pozitif katkılar, bugün Türkiye genelinde çok az kişi tarafından
biliniyor. Türk kamuoyu içerisinde bu
gerçeği bilenlerin bazıları da bunun açığa çıkmasını ve öğrenilmesini istemiyor. 2) Rum toplumunun kendini tanıtması
ve Türkiye kamuoyuyla pozitif ilişkiler kurması konusunda, Rumların zihnine
yerleşmiş olan eski korku ve çekingenliği yıkmak kolay değil, bu gibi çabalar
cemaat tarafından akıntıya kürek çekmek olarak algılanıyor.
Andon Parizyanos
Türkiye’de durum kabaca
böyleyken, şimdi de geçmişle yüzleşme sürecinde Alman medyasının üstlendiği
role biraz yakından bakalım.
Der Spiegel izlenimleri
Almanya’da ziyaret ettiğimiz
ilk yer, Der Spiegel dergisinin Hamburg’daki ofisi oldu. Öncelikle, Der
Spiegel’in kuruluş hikâyesi hakkında biraz bilgi aldık. Savaştan sonra Almanya’da
yaşamın birçok alanı gibi medya dünyası da Batılı işgal güçlerinin denetimi
altında, sıfırdan ve yeni baştan kuruldu. Herhangi bir gazete veya dergi
çıkartmak isteyen Almanların öncelikle o bölgedeki işgal güçlerinden izin
almaları, Nazi geçmişi olan hiç kimseye yazı işleri ekibinde yer
vermeyeceklerini garanti etmeleri ve nihayet Batılı anlamda demokrasi ve basın
özgürlüğü prensiplerine uymaları gerekiyordu. Der Spiegel dergisi de benzer bir
izin-denetim süreci içerisinde 1947’de Rudolf Augstein tarafından kurulur. Kısa
sürede başarılı bir performans gösterip ülkedeki işgal güçlerinin ekonomi
politikalarını eleştiren haberler yaparak “rüştünü ispatlayan” dergi, bir
anlamda İngilizlerden bağımsızlığını kazanır ve artık tamamen Augstein’ın ekibi
tarafından yönetilir hale gelir.
Der Spiegel’in temel yapı
taşının, gerektiğinde çekinmeden devleti eleştirebilme cesareti ve ifade
özgürlüğü için verilen sürekli mücadele olduğunu söyleyebiliriz. Haliyle, hem
Alman devletinin hem de sokaktaki sıradan Almanların geçmişle yüzleşip Yahudi
Soykırımı’ndaki sorumluluğunu kabul etme sürecinde Der Spiegel kilit rollerden
birini oynadı. Yine de Almanya’nın geçmişle yüzleşmesinin hiç kolay bir süreç
olmadığını unutmamak gerekiyor. Gönüllü unutkanlık ve inkârdan başlayıp
istemeyerek de olsa adım adım bir hatırlama kültürüne doğru evrim geçiren Alman
toplumsal bilinci, medya kurumlarının 50 yıla yayılan bu mücadelesine çok şey
borçlu. Fakat ziyaretimiz sırasında Der Spiegel eski genel yayın
yönetmenlerinden Dr. Martin Doerry’nin
de söylediği gibi, yüzleşme süreci henüz tamamlanmış değil.
Dr. Martin Doerry
Yüzleşmenin kısa tarihi
1945’te savaşın sona
ermesinden 1960’ların başına kadarki dönemde Almanya’nın soykırım suçlarıyla
yüzleşme performansına baktığımızda, önceleri genel bir isteksizlik, inkâr ve
“hedef saptırma” eğilimi görülüyor. Burada “hedef saptırma” derken, toplumun
her katmanındaki tüm insanların çeşitli seviyelerde bu büyük suça iştirak etmiş
olduğu gerçeğini yok sayarak, Yahudilere yapılanları sadece bir grup elit Nazi
subayının sorumluluğuymuş gibi gösterme çabasını kastediyorum. Örneğin, toplama
kamplarında SS subayı olarak aktif görev almış binlerce Alman, ya Yahudilerin
ölümünden haberdar olmadıklarını (!) iddia ettiler ya da, biraz daha
sıkıştırılınca, emir-komuta zinciri içerisinde istemeyerek bu suçu
işlediklerini öne sürdüler. (Almanya’nın geçmişiyle yüzleşme deneyimi ayrıntılı
biçimde anlattığım bir yazı şuradan okunabilir).
Bu yaygın sessizlik ve inkârı
bozan önemli bir gelişme, soykırımın baş aktörlerinden Adolf Eichmann’ın
1960’da İsrail gizli servisi tarafından Arjantin’de yakalanması ve İsrail’e
getirilip yargılandıktan sonra 1962’de idam edilmesi oldu. Alman medyası,
Yahudilerin planlı olarak ve kitlesel biçimde katledildiği gerçeğini ilk kez
Eichmann duruşmasından sonra yaygın biçimde tartışmaya başladı. Ardından,
Aralık 1963’te nihayet ilk Auschwitz duruşmaları Frankfurt’ta başlayabildi. Ama
dava boyunca sanıklar yine ısrarla “sivillerin ölümüne yol açmak” suçlamasını
inkâr ettiler.
Sonuçta hem İsrail’deki
Eichmann davası hem de Frankfurt’taki Auschwitz mahkemelerinin toplum
üzerindeki etkisi, geçmişteki suçların “münferit vakalar” olarak kabul edilmesi
tezini güçlendirmek oldu. Herkes “sapkın Nazi ideolojisine alet olmuş birkaç
kötü niyetli Alman” bulunduğunu kabul etmekle birlikte, geri kalan Alman
toplumunun masum olduğuna, hatta savaşın gerçek mağdurlarının kendileri
olduğuna inanmayı tercih etti.
Almanya’da yüzleşmenin
gecikmesinin diğer bir sebebi de Soğuk Savaştı. Batı Almanya ABD’nin müttefiki olarak
kendini ‘haklı olan cephede’ görmeye başlayınca, Nazi döneminde düşmanlık güdülen
‘Sovyetler ve komünistler’, savaş sonrasındaki Batı Almanya’nın da düşmanları
olmaya devam etti. Nazilerin toplama kamplarından sağ kurtulan komünistlerin
birçoğu yeniden hapse atıldı. Ayrıca Almanlar, Sovyetler’deki savaş esirlerini
ve Doğu’da kaybettikleri toprakları öne sürerek, kendilerini savaşın “asıl
mağdurları” olarak gördü.
Almanya’nın Yahudi
Soykırımı’ndaki rolünün tam olarak açıkça tartışılması, ancak 1968 kuşağını
oluşturan gençlerin sahneye çıkmasıyla mümkün oldu. 68 kuşağı Alman gençleri,
geçmişte Nazi Partisi üyesi olan birçok kişinin halen önemli görevlerde
bulunduğunu söyleyerek, bir önceki kuşakları ahlaki olarak sorgulama ve mahkûm
etme cesaretini gösterdiler. Zamanla insanlar toplama kamplarını ziyaret
ettikçe ve konuyla ilgili filmler, belgeseller hazırlanıp yayımlandıkça, “gaz
odalarından haberim yoktu” mazereti anlamsızlaştı. Artık gerçekler biraz daha
yaygın biçimde açıkça konuşuluyor, bir soykırım yaşandığını kabul etme eğilimi
ilk kez ortaya çıkıyordu.
Almanya’nın geçmişiyle
yüzleşmesinde belki de en önemli adım, 7 Aralık 1970’de Başbakan Willy
Brandt’ın Varşova Yahudi Gettosu kurbanları için yapılan anıtın önünde diz
çökerek, beden diliyle özür dilemesiyle yaşandı. Öte yandan, Brandt’ın bu
davranışının o günlerde Alman halkı tarafından nasıl algılandığı gösteren bir
anket verisine bakmak faydalı olabilir. 12 Aralık 1970 tarihli Der Spiegel
dergisinde yayımlanan bir anketin sonuçlarına göre, Almanların %41’i bu özrü “uygun” bulurken %48’i
“abartılı bir davranış” olduğunu söylemişti. Yaş gruplarına göre dağılımda ise,
16–29 yaş grubundaki gençlerin %46’sının, 30–59 yaş grubundakilerin de
%37’sinin Brandt’ı onayladığı görülüyordu.
Kısacası, 1970’lere
gelindiğinde bile sokaktaki vatandaş nezdinde inkârdan yüzleşmeye geçişin kolay
bir süreç olmayacağı açıkça görülüyordu. Ama kuşkusuz, Willy Brandt’ın sembolik
diz çöküşü Almanların Nazi geçmişiyle yüzleşme ve hesaplaşma eğilimini
hızlandırdı ve takip eden yıllarda Alman medyasının konuya duyarlı kurumlarının
kararlı mücadelesi sayesinde epeyce yol alındı.
Yüzleşme henüz tamamlanmadı!
Öte yandan unutmamak
gerekiyor ki, Almanya’daki yüzleşme süreci henüz tamamlanmış değil. Örneğin,
Nazi iktidarını ve soykırım uygulamalarını açıkça destekleyen büyük sermaye
gruplarının tam olarak geçmişle yüzleştiklerini söylemek mümkün değil. Almanya’nın
en büyük sanayicilerinden Quandt ailesi, açıkça destek verdikleri Nazi iktidarı
boyunca çeşitli Yahudi firmalarına el koyarak zenginleştiklerini, toplama
kamplarındaki binlerce tutsağı silah fabrikalarında köle işçi olarak çalıştırdıkları
vb ancak 2011’de kabul etti. Günther Quandt 1946’da tutuklanmıştı gerçi, ama
Nazi sempatizanı olmak dışında bir suçu olmadığına hükmedildi ve Ocak 1948’de
serbest bırakıldı. Kısa süre sonra da Alman toplumunda saygı duyulan zengin ve
güçlü bir işadamı olarak hayatına devam etti. Quandt ailesi, 1960’tan sonra
BMW’nin en büyük hissedarı oldu.
Benzer biçimde, 1925’te IG
Farben isimli çatı holding altında birleşen büyük Alman kimya endüstrisi şirketleri
de Nazi iktidarını açıkça desteklediler. Gerçi bu dev şirketlerin yöneticileri savaştan
sonra yapılan mahkemelerde yargılandılar; toplama kamplarında Yahudilerin
öldürülmesinde kullanılan zehirli gazları üretmekten sorumlu tutularak hapis
cezaları da aldılar. Ama hepsi kısa süre sonra serbest bırakıldı, itibarları
iade edildi ve iş hayatına geri döndüler.
Alman Katolik kilisesinin
tamamı ve Protestan kilisesinin de bir bölümü, Nazilere açıkça destek verdiler.
Savaşın üzerinden 70 yıl geçti, ama bugüne kadar bu kiliselerden hiçbir özür ya
da sorumluluk açıklaması gelmedi. Ayrıca Nazi iktidarı döneminde el konulan Yahudi
mallarının iadesi de hala büyük oranda çözülmemiş bir problem olarak bekliyor.
Kuno Haberbusch, NDR televizyonu, Hamburg
Başka bir deyişle, geçmişle
yüzleşme bağlamında sorumluluk ve cesaret sahibi Alman gazetecilerin önünde
araştırılmayı bekleyen daha pek çok konu var. Bu gerçeği Alman gazeteciler de
dile getiriyorlar. Hamburg’da özerk kamu yayıncılığı yapan NDR televizyonunun
yöneticisi Kuno Haberbusch da benzer
şekilde düşünenlerden. Deneyimli gazeteci Haberbusch “Geçmişte olan bitenleri
duyduğumuzda utanç ve öfke hissediyoruz. Savaş suçlularının işledikleri suçlara
rağmen ne kadar az ceza aldıklarını öğrenince öfkeleniyoruz. Bu nedenle
arkadaşlarımla ben, gazeteciler olarak bu insanlık suçunu hatırlatmak
istiyoruz. Biz Holokost’la ilgili yayın yapmayı ahlaki bir vazife olarak görüyoruz”
diyor.
Hatırlama kültürünü pazarlamak
Almanya’daki diğer bir
problem de, özellikle film yapım endüstrisi tarafından yüzleşme mücadelesinin
siyasi içeriğinin boşaltılarak “popüler kültür tüketim malzemesi” formatında hikâyelere
dönüştürülmesi. Bu trendin en “başarılı” uygulayıcılarından biri olan yapımcı
Nico Hoffman ve şirketi UFA Fiction’ı da Potsdam şehrinde ziyaret ettik. Hoffman’ın
temsilcisi olduğu ekolün fikri temeli, “kötülüğün sıradanlığı” tezinin Hollywood
yöntemleriyle melodramlaştırılmasına dayanıyor. Her ne kadar kendisi Almanların
savaş suçlarıyla yüzleşmesine katkıda bulunduğunu iddia etse de durum pek öyle
değil. Holokost’u arka plana itip Almanların mağduriyetini öne çıkaran abartılı
derece duygusal ve “insani” hikâyeler anlatarak, aslında sıradan insanların bu
büyük suçtaki sorumluluğunu hafifletmek ve “hatırlama kültürünü pazarlanabilir
bir meta” haline dönüştürmek çabası içinde olduğu gözden kaçmıyor.
Berlin’de eski Doğu Alman
Devlet Güvenliği Dairesi “Stasi”yi ziyaretimiz sırasında öğrendiğimiz en
çarpıcı gerçek ise, geçmişle yüzleşmek çerçevesinde Doğu Almanların hemen
hiçbir şey yapmamış olmasıydı. Doğu Almanya, Holokost ve savaş suçları her
gündeme geldiğinde sadece Batı Almanya’yı suçladı. Doğu Alman devleti, aslında
kendilerinin de dahil olduğu bir suçu başkasına yansıtarak, toplumun kolektif
hafızasından bu olayı silmeyi amaçlıyordu. Ama bunda pek başarılı olamadıkları,
yani Nazi zihniyetinin eski Doğu Almanya şehirlerinde de pekâlâ yaşamaya devam
ettiği gerçeği, 1989’da iki Almanya’nın birleşmesinden sonra açıkça ortaya çıktı.
Basın özgürlüğü açısından Almanya ve Türkiye
Almanya ve Türkiye’nin yakın
dönem tarihlerinde yaşanmış büyük insanlık trajedilerinin gazetelere nasıl
yansıdığını karşılaştırdığımızda, bu iki ülkenin “basın özgürlüğü” kültürleri
arasındaki ciddi fark da açıkça görülüyor.
Geçmişte devletin organize
ettiği ve geniş halk kitlelerinin de ya gönüllü olarak işbirliği yaptığı ya da
destek verdiği büyük suçları haber yaparak kamuoyunda tartışmaya açmak söz
konusu olduğunda, gazetecinin takınacağı tavır çalıştığı kurumdaki “ifade
özgürlüğünü savunma ve siyasi baskıya direnme” kültüründen doğrudan etkilenir.
Örneğin, Almanya’da geleneksel olarak “muhafazakâr – popülist sağ” çizgide yayın
yapan “Bild” gazetesi ve yine geleneksel olarak “sosyal demokrat - liberal”
çizgide yayın yapan “Der Spiegel” dergisi, Yahudi Soykırımı ile yüzleşmek
konusuna çok farklı biçimlerde yaklaştılar. Türkiye’de ise böyle bir farklılığa
ya da çok sesliliğe rastlamak mümkün değil, çünkü ana akım gazetelerimizin
tamamı, neredeyse son yüz yıldır sadece devletin resmi ideolojisinin
sözcülüğünü yapmakla yetiniyor. Türkiye’deki Rum toplumunun uğradığı birçok
adaletsiz uygulamadan sadece ikisi olan 6-7 Eylül 1955 pogromu ve 1964 Rum
Sürgünü dönemlerindeki ana akım gazetelere baktığımızda, Rumları
itibarsızlaştıran ve açıkça hedef gösteren yayınlar yapıldığını görmek mümkün.
Başka bir deyişle,
Türkiye’nin yüz yıllık tarihinde, eskiden yan yana yaşadığı gayrimüslim komşusuna
birden bire düşman diye bakmaya başlamak ya da komşusunun malını mülkünü artık
“gasp edilmeye müsait ganimet” olarak görmeye başlamak gibi ciddi toplumsal
kırılmalarda, ana akım medyanın hep baş aktör olarak rol aldığını görüyoruz.
Örnekler üzerinden gidersek, 1955 ve 1964’te devlet politikasını belirleyen
siyasetçiler Kıbrıs müzakerelerinde Türkiye’nin elini güçlendirmek için
İstanbul’da yaşayan Rumları bir tür “rehine” olarak görmeyi tercih ettiler;
Rumlara baskı uygulamayı, müzakerelerde öne geçmek için bir koz olarak
kullandılar. Türkiye’deki ana akım medyadan hiçbir gazeteci de bu adaletsiz
politikayı eleştirmedi, bilakis milliyetçi bir heyecanla desteklediler, hatta 1955’te
Gökşin Sipahioğlu ve “İstanbul Ekspres” örneğinde olduğu gibi, bizzat organizasyonunda
rol aldılar.
Bugün ana akım medyada pek
yer verilmese de, örneğin İttihat ve Terakki’nin “milli iktisat – milli burjuvazi”
oluşturma politikası da aslında temel olarak gayrimüslimlerin elindeki sermaye
ve mülklerin zorla Müslüman halka transfer edilmesine dayanıyordu. Yine zor
kullanarak ülkenin gayrimüslim unsurlardan temizlenmesi ve her yönüyle homojen
bir ulus kurulması da, bu devlet politikasının temel amacıydı. Tabii ki
gazeteler bunu da heyecanla desteklediler.
Bağımsız gazeteciliğe düşen görev
Kısacası, Türkiye’deki
gayrimüslimleri bir tehdit olarak gören devlet politikaları, bugün ve son yüz
yıldır ana akım medya nezdinde tamamen tartışmaya kapalı ve dokunulmaz /
eleştirilmez tabu konumunda. Haliyle, bugün bağımsız medya kurumlarına ve
bağımsız gazetecilere düşen öncelikli görevlerden biri de, ana akım medyanın
tartışmaya açmaktan özellikle kaçındığı bu konuları “araştırmacı gazetecilik”
yaklaşımıyla objektif biçimde haber yaparak, ülkedeki ifade özgürlüğünün
genişlemesine ve “toplumsal hafızanın
yeniden yazılmasına” katkıda bulunmak.
Eğer Türkiye’de toplumsal
hafıza yeniden yazılacaksa ve geçmişimizle yüzleşeceksek, araştırmacı
gazetecilerin tartışmaya açması gereken ilk konulardan biri de,
gayrimüslimlerin başına gelen felaketlerin dönemsel veya konjonktürel tekil
olaylar olmadığı, bilakis gayet organize ve planlı biçimde süregiden bir devlet
politikasının sıralı tezahürleri olduğu.
Batı Almanya’nın Yahudi Soykırımı’yla yüzleşmesi kolay bir
süreç olmadı. Gerçi 1952 yılında Alman devleti İsrail’e soykırım tazminatı ödemeyi
kabul etmişti, ama sokaktaki vatandaş açısından baktığımızda, Alman kamuoyu
1970’lere kadar bu konuya hep mesafeli yaklaştı ve büyük direnç gösterdi.
Savaştan hemen sonraki dönemde Alman halkının gündemi
geçmişteki suçlarla yüzleşmek değil, bilakis geçmişi unutup “temiz” bir sayfa
açarak ülkeyi ve hayatlarını yeniden inşa etmekti. Böylece büyük bir “gönüllü unutkanlık” dönemine girildi. O
günlerde yapılan kamuoyu anketlerine göre, Almanların azımsanmayacak bir bölümü
hala Yahudileri bir ‘sorun’ olarak gördükleri söylüyordu ve Yahudilerin
başlarına gelenlerden aslen kendilerinin sorumlu olduğunu düşünüyordu. [1]
Doğu Almanya’da ise kendi içlerinde bir yüzleşme deneyimi
hiç yaşanmadı, konu her gündeme geldiğinde sadece Batı Almanya’yı suçladılar. Doğu
Almanya devleti, aslında kendilerinin de dahil olduğu bir suçu başkasına
yansıtarak, toplumun kolektif hafızasından bu olayı silmeyi amaçlıyordu. Ama
bunda pek başarılı olamadıkları, yani Nazi zihniyetinin pekâlâ Doğu Almanya’da
da yaşamaya devam ettiği gerçeği, 1989’da iki Almanya’nın birleşmesinden sonra
açıkça ortaya çıktı.
Kasım 1945 – Ekim 1946 döneminde yapılan meşhur Nürnberg duruşmalarında
sadece 24 kişi yargılanmıştı. Nazi iktidarı boyunca üst düzey pozisyonlarda
çalışmış bu 24 sanık, “barışa karşı işlenen suçlar, savaş suçları ve insanlığa
karşı işlenen suçlar” kategorilerinde hüküm giydiler. (1945’te hukuki
literatürde henüz “soykırım / genocide” diye bir suç tanımı yoktu. Aslında ta
1933’te Polonyalı avukat Raphael Lemkin, Ermeni ve Süryani soykırımları
hakkında yaptığı çalışmalara dayanarak, ilk kez “soykırım suçu” diye bir terim ortaya
atmıştı; ama bu kavramın Birleşmiş Milletler’de “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve
Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme” biçiminde benimsenmesi ancak 1948’de
gerçekleşebildi.)
Almanya’da hiç kimse Nazi geçmişini hatırlamak istemiyordu,
demiştik. Fakat toplumsal hafızayı bütünüyle inkâr etmek de mümkün olmadığı
için, unutma ve hatırlama süreçleri ister istemez eş zamanlı yaşanıyordu.
Geçmişte bazı suçların işlendiği kabul ediliyordu tabii, ama bu suçların soykırım
olmadığı öne sürülüyordu. Yine de Batı Alman kamuoyunda soykırım ile ilgili
fikirlerin netleşmesine yol açan ilk gelişme, 1947 yılında Polonya’da görülmeye
başlanan Auschwitz Davası oldu. Bu davada 41 SS subayının yargılanıp yarısının
idam cezasına çarptırılması ile beraber, Alman halkı en azından bir süreliğine
dikkatini “savaş suçlarıyla yüzleşme” konusuna yöneltti.
Ama daha birkaç yıl öncesine kadar Nazi üniforması giydiği
halde artık toplumun içinde sıradan bir vatandaş gibi yaşayan milyonlarca
Alman’ın aynaya bakmaya hiç niyeti yoktu hala. O sıralarda Almanya’da herkesin
gündemi, Marshall Planı sayesinde ekonominin yeniden canlanmaya başlamasıyla
birlikte, hızla gelişen Amerikan yaşam tarzı ve tüketim toplumu içerisindeki
yerini almaktı.
“Gönüllü Unutkanlık” sapasağlam
yerinde
Batı Almanya’da Nazi suçlarının soruşturulmasına yönelik ilk
adım 1950 yılında çıkartılan bir yasayla atıldı, fakat bunun kapsamı da yalnızca
“suçu işleyen ve zarar görenin her ikisinin de Alman olduğu durumlarla” sınırlı
tutuldu. Bu çerçevede 1952 yılına kadar 5.678 şikâyet başvurusu geldi, 1954’de
bu sayı sadece 44’e ve 1956’da onun da yarısına kadar indi. [2]
Tam konu gündemden düşecekken, Rusya’daki Alman savaş
esirlerinin ülkeye geri dönmesiyle bu yasa çerçevesindeki başvurularda yeniden
bir artış yaşanınca, aslında henüz hiç soruşturulmamış çok sayıda suç olduğu ve
birçok failin de halkın içinde serbestçe dolaştığı gerçeği, Alman hukuk
çevrelerinde “sessizce” tartışılmaya başlandı.
Nihayet ortaya çıkan bariz ihtiyaç üzerine 1958 yılında
kurulan bir komisyon, Nazilerin Almanya
toprakları dışında sebep olduğu sivil ölümleri (toplama kampları ve
gettolar da dahil olmak üzere) hakkında ön soruşturma yapmakla görevlendirildi.
1959 yılında bu komisyon, savaş sırasında Auschwitz ve benzeri toplama
kamplarındaki SS birliklerinde görev almış şüpheli kişileri belirledi.
Fakat bu kişiler hakkında dava açılıncaya kadar dört yıl
sürecek zorlu bir hazırlık döneminin daha geçmesi gerekecekti. Savcılar hem
yeterli belge ve tanık bulmakta zorlandılar hem de geçmişiyle yüzleşmek
istemeyen Alman halkının şiddetli tepkisiyle karşılaştılar. (Bu dava öncesi
dönemi anlatan 2014 yapımı film “Im Labyrinth des Schweigens”in sitesi: http://imlabyrinth-film.de/)
Eichmann davası ve
“kötülüğün sıradanlığı”
Bu yaygın sessizliği bozan başka bir önemli gelişme, soykırımın
baş aktörlerinden Adolf Eichmann’ın 1960’da İsrail gizli servisi tarafından Arjantin’de
yakalanması ve İsrail’e getirilip yargılandıktan sonra 1962’de idam edilmesi
oldu. Alman toplumu, Yahudilerin planlı olarak ve kitlesel biçimde katledildiği
gerçeğini ilk kez Eichmann duruşmasından sonra yaygın biçimde tartışmaya
başladı.
Bu arada, Hannah Arendt’in bu duruşma hakkında yazdığı
kitapla bütün dünya “kötülüğün
sıradanlığı” kavramıyla tanıştı. Bu kavram sayesinde, “totaliter bir devlet
tarafından organize edilen kitlesel katliamlara gönüllü olarak katılan sıradan
vatandaşın sorumluluğu nedir” sorusu da hayatımıza girdi ilk kez. Fakat 1963’te
Almanya’daki genel toplumsal algıya bakıldığında, soykırımdan hala “geçmişte ve
uzakta kalmış bir hayalet” gibi görülen bir avuç elit Nazi subayı sorumlu tutuluyordu.
Katliamlarda bilerek ve isteyerek görev almış milyonlarca Alman, sadece “savaş
sırasında aldıkları emirleri uyguladıklarını” düşünerek, kendi sorumluluklarıyla
yüzleşmeyi reddediyordu.
Frankfurt’taki
Auschwitz duruşmaları (1963-68)
1958’de çalışmaya başlayan ön araştırma komisyonunun
ulaştığı bulgular sayesinde, nihayet ilk Auschwitz duruşmaları Aralık 1963’te
Frankfurt’ta başlayabildi. Dava boyunca sanıklar ısrarla “sivillerin ölümüne
yol açmak” suçlamasını inkâr ettiler. Toplama kamplarındaki gaz odalarından habersiz
olduklarını, sadece emir-komuta zinciri içerisinde görevlerini yaptıklarını
söylediler. Karar, Ağustos 1965’te açıklandı. 6 kişi ağırlaştırılmış müebbet,
10 kişi 3,5 yıldan 14 yıla kadar değişen hapis cezası aldı, 3 kişi de delil
yetersizliğinden beraat etti. (Duruşmalar sırasındaki tanık ifadelerinin ses
kayıtlarını şuradan dinlemek mümkün: http://www.auschwitz-prozess.de/)
1966’daki ikinci dalga ve 1968’deki üçüncü dalga Auschwitz duruşmalarında da
toplam 5 kişi benzer cezalar aldı.
Sonuçta hem İsrail’deki Eichmann davası hem de
Frankfurt’taki Auschwitz mahkemelerinin toplum üzerindeki etkisi, geçmişteki
suçların “münferit vakalar” olarak kabul edilmesi tezini güçlendirmek oldu.
Herkes “sapkın Nazi ideolojisine alet olmuş birkaç kötü niyetli Alman”
bulunduğunu kabul etmekle birlikte, geri kalan Alman toplumunun masum olduğuna,
hatta savaşın gerçek mağdurlarının kendileri olduğuna inanmayı tercih etti.
68 Kuşağı ve ilk samimi
sorgulamalar
Almanya’nın Yahudi Soykırımı’ndaki rolünün tam olarak açıkça
tartışılması, ancak 1968 kuşağını oluşturan gençlerin sahneye çıkmasıyla mümkün
oldu. 68 kuşağı Alman gençleri, geçmişte Nazi Partisi üyesi olan birçok kişinin
halen önemli görevlerde bulunduğunu söyleyerek, bir önceki kuşakları ahlaki
olarak sorgulama ve mahkûm etme cesaretini gösterdiler. Samimi bir yüzleşme
için sert ve acımasız söylemler ürettiler. Örneğin, ülke çapında birçok ailede
gençler “Babam ya da büyükbabam bir katil miydi?” sorusunu sormaya başladılar.
Yükselişe geçen bu yüzleşme dalgası sayesinde, yeni davalar
açıldı, Auschwitz haricindeki diğer toplama kamplarında da görev yapmış olanlar
belirlenmeye ve yargılanmaya çalışıldı. İnsanlar toplama kamplarını ziyaret
ettikçe ve konuyla ilgili belgeseller hazırlanıp yayımlandıkça, “gaz
odalarından haberim yoktu” mazereti anlamsızlaştı. Artık gerçekler biraz daha
yaygın biçimde açıkça konuşuluyor, bir soykırım yaşandığını kabul etme eğilimi
ilk kez ortaya çıkıyordu. [3]
Willy Brandt diz çöküyor!
Almanya’nın geçmişiyle yüzleşmesinde belki de en önemli
adım, 7 Aralık 1970’de Başbakan Willy Brandt’ın Varşova Yahudi Gettosu
kurbanları için yapılan anıtın önünde diz çökerek, beden diliyle özür
dilemesiyle yaşandı. Öte yandan, Brandt’ın bu davranışının o günlerde Alman
halkı tarafından nasıl algılandığı gösteren bir anket verisine bakmak faydalı
olabilir. 12 Aralık 1970 tarihli Der Spiegel dergisinde yayımlanan bir anketin
sonuçlarına göre, Almanların %41’i bu özrü “uygun” bulurken %48’i “abartılı bir
davranış” olduğunu söylemişti. Yaş gruplarına göre dağılımda ise, 16-29 yaş
grubundaki gençlerin %46’sının, 30-59 yaş grubundakilerin de %37’sinin Brandt’ı
onayladığı görülüyordu. [4]
Kısacası, sokaktaki vatandaş nezdinde “gönüllü unutkanlık”tan
samimi yüzleşmeye geçişin kolay bir süreç olmayacağı açıkça görülüyordu. Ama hiç
kuşkusuz, Willy Brandt’ın diz çöküşü Almanların Nazi geçmişiyle yüzleşme ve
hesaplaşma eğilimini ciddi biçimde hızlandırdı. Geçmişiyle yüzleşmek konusunda
büyük bir direnç gösteren Türkiye gibi ülkelerle karşılaştırıldığında,
Almanya’nın göreceli olarak kısa sürede çok büyük yol aldığını söylemek
rahatlıkla mümkün. [5]
Yine de bu bağlamda Almanya’nın önünde ev ödevi olarak bekleyen
iki tane tartışmalı konu daha var gibi görünüyor:
1) 1908-1918 döneminde Osmanlı İmparatorluğu sınırları
içerisindeki gayrimüslim azınlıkların başına gelen sürgün ve soykırım gibi
felaketlerin planlama ve uygulama aşamasında, İttihat ve Terakki Partisi’nin
Almanlarla nasıl ve hangi seviyede bir işbirliği ilişkisi yaşadığının
aydınlatılması gerekiyor.
2) 1904-1908 döneminde Afrika’daki Alman sömürgesinde
(bugünkü adı Namibya olan bölgede) yaşanan katliamların da daha fazla
aydınlatılması gerekiyor. Her şey bir yana, sonradan Josef Mengele’nin hocası
olacak ırkçı antropolog Eugen Fischer’in Afrika’daki bu ölüm kamplarında
yaptığı “deneyler” (!) ve kafatası ölçümleri bile daha epey tartışma kaldırır
gibi görünüyor. [6]