20 Kasım 2018 Salı

“Doktorlar için Almanca B1 B2 C1” online kurs



“Doktorlar için Almanca B1 B2 C1” kursum, nihayet Udemy’de yayımlandı.
İncelemek isteyenler şu linkten ulaşabilir:


16 Ekim 2018 Salı

Mühendisler için Almanca - German for Engineers B1 B2


Mühendisler için Almanca - German for Engineers B1 B2 

Almanca mühendislik kavramlarını ve teknik ders kitaplarında kullanılan gramer yapılarını İngilizce olarak anlattığım yeni kursum, Udemy’de yayımlandı:


Bu kursu %80 indirimli satın almak isteyenler için, indirim kuponu sayfası şurada:



28 Ekim 2015 Çarşamba

Türkiye'deki Suriyeli Mülteciler ve STK'lar


Suriyeli Mültecilere Destek Olan Ulusal ve Uluslararası Sivil Toplum Kuruluşları
STK’ların interaktif Ağ Haritası (Network Graph via @graphcommons).
Ağ haritasını tam ekran incelemek için tıklayın 




Suriyeli mültecilerin Avrupa’ya akınını durdurmak isteyen AB’nin Türk hükümetine teklif ettiği işbirliği planında, Türkiye’de kalacak mültecilerin burada hangi koşullarda nasıl yaşayacakları konusunda ciddi belirsizlikler var. Asıl soru şu: Suriyelilerin bugün Türkiye’de nasıl bir çaresizlik ve sefalet içerisinde olduğunun kim ne kadar farkında ve bunu kim ne kadar umursuyor?
“Çaresizlik ve sefalet” kimilerine fazla iddialı gelebilir, ama ister kampta ister şehirdeki bir mahallede yaşasın, insanların “yaşama memnuniyeti” seviyesi, içinde bulundukları toplumda ne kadar kabul gördükleriyle, topluma ne kadar entegre olduklarıyla orantılı bir konu. Eğer her gün binlerce kişi ölüm tehlikesini göze alarak Yunanistan’a kaçıyorsa, Türkiye bu insanlara “normal bir hayat” umudu sunamıyor demektir.


AB istiyor diye Türkiye’nin sınır kontrollerini sıkılaştırması bu göç trafiğini belli oranda azaltabilir belki, fakat tamamen durdurmaya yetmeyecektir. Eğer bir mülteci bir ülkede kendisi ve ailesi için gelecek umudu göremiyorsa, bir yolunu bulup başka bir ülkeye gitmeyi mutlaka dener; ilk denemede başarısız olsa bile birgün mutlaka yeniden dener. Hiçbir güvenlik önlemi, insanca koşullarda topluma entegre olarak “normal bir hayat” yaşayabilme isteğinin önüne geçemez.

Yardımların dağıtılmasında şeffaflık

Türkiye’de devletin mülteci politikasına toz kondurmak istemeyenler, 2 milyon mültecinin yükünün sadece Türkiye tarafından üstlenildiğini, son dört yıl boyunca Batılı ülkelerin yeterince yardım etmediğini öne sürüyor. Aslında durum tam öyle değil. Türkiye uluslararası kurumlara “siz yardımı bana verin, ben dağıtırım, ama kimseye de hesap vermem” diyor. Batılı kurumlar ise şeffaflık ve hesap verebilirlik prensiplerine göre çalışmak istiyor, yardımların adaletli ve etkin biçimde dağıtılması için uluslararası denetime açık bir süreçte aktif rol ve sorumluluk almak istiyor.
Suriyeli mülteciler konusunda dış yardımlara kapalı olmak ve uluslararası sivil toplumla işbirliğinden uzak durmak, öteden beri Türk hükümetinin bilinçli bir politikası oldu. Ancak şimdi yavaş yavaş da olsa bu politika biraz yumuşatılıyor. Örneğin, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) mülteci akınının yeni başladığı 2011’de Suriye sınırından giriş yapanları kayıt altına alma işleminde yardımcı olmayı teklif etmişti, ama bu teklif Türk hükümeti tarafından reddedildi. UNHCR gibi bir örgüt bile, başlangıçta AFAD kamplarına sokulmadı. Ancak Ekim 2012’den itibaren BM örgütlerine çok sınırlı olarak kamplara giriş izinleri verilmeye başlandı. Şu anda bile UNHCR’ın kamplara yönelik faaliyet izni sadece teknik destek ve “gönüllü geri dönüş” mülakatlarını izlemekle sınırlı.
Sadece yabancıların değil, ulusal STK’ların da kamplara giriş imkânları çok sınırlı. Yardım malzemelerini ya Kızılay üzerinden ya da kamp girişlerinde AFAD yetkililerine teslim ederek ulaştırabiliyorlar. Kamplar kamuoyuna ve her türlü sivil denetime de kapalı. Haliyle, yerli ve yabancı STK’lar faaliyetlerini iki grup üzerinde yoğunlaştırmış durumdalar: a) Kamp dışında şehirlerde yaşayan Suriyeli mülteciler, b) Sınır ötesinde Suriye’nin içinde “yerinden edilmiş” insanlar.

Devletin boşluğunu STK’lar doldurdu

Savaştan kaçan mültecileri kabul ederek Türkiye’nin büyük bir iyilik yaptığı kuşkusuz doğru; fakat devlet şehirlerdeki mültecileri büyük oranda kendi kaderine terk edince, ortaya çıkan yardım ve hizmet boşluğunu doldurmak ulusal ve uluslararası STK’lara, yerel halka ve belediyelere düştü.

Devlet hala kontrolü elden kaçırmama korkusu ve “güvenlik devleti” refleksiyle çok yavaş hareket ediyor; hem kendisi yardım edemiyor hem de yardım edebilecek olanlara izin vermeyi geciktiriyor.

Uluslararası STK’ların İçişleri Bakanlığı’ndan çalışma izni alması, çok ağır işleyen bir süreç. Başvurular Dışişleri Bakanlığı, güvenlik ve istihbarat birimleri ile paylaşılıyor. STK’nın kayıtlı olduğu ülkedeki TC Büyükelçiliğinden bilgi talep ediliyor. STK’nın kara listede olmaması yani geçmişte Türkiye’ye yönelik olumsuz bir beyanatının olmaması şart; herhangi bir elemanının Türkiye’de turist vizesi ile çalışıyor olmaması da gerekiyor. İzin başvurusu reddedilen ya da incelemede olan birçok uluslararası STK, yerel-ulusal STK’larla işbirliği yaparak, daha doğrusu onların adı altında mültecilere yardım yapmaya çalışıyor. İGAM-DER’in raporunda (1) belirtildiğine göre, tüm uluslararası STK’lar, para transferleri, maaş, ücret ve diğer masraflarının gerçekleşmesi gibi ciddi operasyonel sorunlarla karşı karşıya. Bu nedenle, izin alabilenler bile oldukça sessiz, kapalı ve daha çok Suriye içine yönelik faaliyet gösteriyor.

Yerel ve ulusal STK’lar
Ulusal STK’ların yardım faaliyetleri ağırlıklı olarak acil hayati ihtiyaç maddeleriyle sınırlı (gıda, giysi, barınak). İhtiyaç sahibi kitlenin genişliği ve imkânların darlığı nedeniyle, sağlanan sınırlı malzeme anında dağıtılıyor ve tükeniyor. Yardımların maddi kaynağı daha çok yine yerel iş çevreleri, belediyeler ve sokaktan, camiden toplanan bağışlardan geliyor. Çoğunluğu “inanç temelli” olan ulusal STK’ların yardım faaliyetlerinin dayandırıldığı bir plan, geleceğe yönelik bir strateji yok.
Hak temelli” laik STK’lar ise daha çok yardım faaliyetlerinin ayrımcılık yapılmadan adaletli biçimde dağıtılıp dağıtılmadığını izlemeye, durumu raporlama çalışıyor. Uluslararası insani yardım ahlak normlarının hem STK’lar hem de resmi kurumlar tarafından ne kadar iyi bilindiğini ve ne kadar uygulandığını denetlemeye çalışıyorlar. Alevi ve Ezidi mültecilerin yardımlara erişmekte zorlandığına dair gazete haberleri herkesin hafızasında. Tabii bu laik STK’ların arasında da acil yardım desteği sunanlar var.
Olması gerekenden çok daha az sayıda uluslararası STK, acil gıda yardımının dışında, psikolojik destek ya da mesleki eğitim gibi uzmanlık gerektiren alanlarda destek olmaya çalışıyor. Oysa alanında uzmanlaşmış sivil kurumların sağlayabileceği planlı ve etkili insani yardıma duyulan ihtiyaç çok büyük ve acil. İzin başvurusu reddedilen uluslararası STK’ların bazıları tüm dünyada saygın isim yapmış, alanında uzmanlaşmış ve çok daha geniş imkânlara sahip kurumlar. Ama biz bu uluslararası uzmanlık ve tecrübelerden yararlanma olanağını kendi elimizle itiyoruz.

Uzmanlık gerektiren özel ihtiyaçlar
Mültecilerin içerisinde kadın, yaşlı, engelli, çocuk veya LGBT grupların özel sorunları, sosyal dışlanma ve ayrımcılık, savaş ve zorla yerinden edilme gibi büyük travmalar sonrası oluşan psikolojik problemler gibi özel uzmanlık gerektiren ihtiyaçları var. Ama “inanç temelli” ulusal STK’lar bu konuda yeterli uzmanlık, donanım ve kaynağa sahip değiller. Bu uzmanlığa sahip olup sahada aktif olarak çalışan “hak temelli” laik ulusal STK’ların ise mali kaynakları ve kadroları çok sınırlı.
Asıl problem ise şu: Hem bu uzmanlığa hem de gerekli finansman ve kadroya sahip olan “hak temelli” laik ulusal STK’lar, mülteci krizine sırtlarını dönmüş durumdalar. Türkiye’nin batı kesimlerinde, özellikle üç büyük kentteki nispeten güçlü STK’lar, kadın kuruluşları, barolar, çocuk STK’ları, meslek kuruluşları, işveren temsilcilikleri ve medya, Suriyeli mülteciler için herhangi bir yardım kampanyası başlatmış değil. Bazı büyük ulusal STK’ların böylesine ciddi bir mülteci sorununu görmezden gelmeleri, ancak bu insani konunun hükümet tarafından siyasallaştırılmış olmasıyla açıklanabilir. Kadroya ve finansmana sahip büyük ulusal STK’lar belki hükümetin genel Suriye politikasına mesafeli durdukları için mülteci krizinin insani boyutunu da görmezden geliyor, belki de harekete geçtiklerinde hükümetten destek yerine köstek göreceklerini düşünerek suskun kalmayı tercih ediyorlar.

Koordinasyon eksikliği
BM İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi’nin (OCHA) görevi, uluslararası, ulusal ve yerel STK’lar arasındaki koordinasyonu sağlamak. Türk hükümeti OCHA’ya sadece Suriye içerisindeki STK faaliyetlerini koordine etmekle sınırlı bir faaliyet izni verdi ve nihayet OCHA Gaziantep’te bir ofis açabildi. Oysa Türkiye’deki STK’ların faaliyetlerinin koordinasyonunda da ciddi bir boşluk var. Örneğin, “inanç temelli” ulusal STK’ların yabancı STK’larla ve uluslararası kuruluşlarla, özellikle UNHCR gibi BM kurumlarıyla bağlantıları çok sınırlı ya da hiç yok. Türkiye’deki yerli ve yabancı tüm STK’lar, birbirlerinden ilkesel olarak ayrıştıklarından, genelde faaliyetlerini birbirlerinden habersiz yürütüyorlar. Bilgi paylaşımı, kaynakları bir araya getirme gibi konularda büyük bir koordinasyon eksikliği var.
Mültecilerin çoğu, kentlerde kendilerine sunulan imkânlardan habersizler. Bilgi sadece gönüllü kişilerin çabasıyla ulaştırılıyor ve kulaktan kulağa yayılıyor. Valiliklerin, belediyelerin, STK’ların yerel olarak sağladıkları hizmetlerin medya ve diğer iletişim araçlarıyla, kent ve kırsal bölgelere yayılmış insanlara duyurulması acil bir ihtiyaç.
Bu alanda çalışan STK’ların faaliyetleri konusunda sağlanacak farkındalık, krize seyirci kalan çok sayıda ulusal STK’yı da teşvik edebilir. Sahada faaliyet gösteren STK’larla potansiyelleri olan diğer STK’ların bir araya gelip işbirliği yapmaları sağlanabilir. Türkiye’de kamu kurumlarının yetersiz kaldıkları alanlarda STK’ların daha fazla destek vermesi, mültecilerin “insan onuruna yakışır bir yaşam” ümidini güçlendirebilir.


Kaynaklar:
1) İGAM İltica ve Göç Araştırmaları Merkezi Raporu: “Sivil Toplum Örgütlerinin Türkiye’deki Suriyeli Mültecilerİçin Yaptıkları Çalışmalar” 
2) Anadolu Kültür - Açık Toplum Vakfı Raporu: “Suriyeli Multeciler- Bekleme Odasından Oturma Odasına” 
3) TACSO – STGM E-Bülten Özel Sayı: “Sığınmacı ve Mültecilerle Çalışan STK'lar ve Sivil İnisiyatifler” 
4) Ulusal ve uluslararası STK’ların kurumsal web siteleri, gazeteler, akademik tezler ve çok sayıda farklı kaynaktan yapılan “masa başı araştırma / desktop research” derlemesi





13 Haziran 2015 Cumartesi

Suriyelilerle birlikte yaşamak: “Misafir” mültecilerin Türkiye'ye entegrasyonu


“Misafir” statüsünü çoktan geride bırakmış olan Suriyeli mültecilerin artık kalıcı biçimde Türkiye’ye entegrasyonu için çalışmak ve bu yeni “çok kültürlü hayat” gerçeğini topluma anlatmak gerekiyor.

Melih Cılga – Twitter: @melihcilga

Şu anda Türkiye’de “sığınmacı” statüsünde yaşayan Suriyelilerin barınma ve çalışma koşullarını özetlemeyi amaçlayan bu yazı, konuyla ilgili çeşitli araştırma raporlarından yaptığım bir derlemeye dayanıyor. Bu derlemeyi yaparken en çok yararlandığım üç kaynak, Anadolu Kültür ve Açık Toplum Vakfı'nın ortak projesi olan “Suriyeli Multeciler- Bekleme Odasından Oturma Odasına” raporu, Hacettepe Üniversitesi’nden Doç. Dr. M. Murat Erdoğan’ın “Türkiye’deki Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve Uyum” başlıklı araştırması ve Uluslararası Af Örgütü’nün “Hayatta Kalma Mücadelesi: Türkiye’deki Suriye’den Gelen Mülteciler” isimli raporu oldu [0].  

Bu kısa derlemeyi “veri gazeteciliği” araçlarıyla desteklemek için, aşağıdaki Fusion Tables haritasını da hazırladım. Haritada farklı renklerdeki yer işaretlerinin anlamı şöyle: 
Yeşil işaretler AFAD kamplarını (barınma merkezleri); mavi işaretler Suriyelilerin kendi imkânlarıyla ev kiralayarak veya derme çatma mekânlara sığınarak yaşadıkları şehirleri (10 bin ve daha üzeri sayıda Suriyelinin yaşadığı şehirler); kırmızı işaretler de son bir yıl içerinde “Suriyelilere yönelik protesto, saldırı ya da linç girişimi” vakalarının yaşandığı yerleri gösteriyor.



Genel durum: Kamptakiler ve kamp dışındakiler
Türkiye’nin 10 ilinde AFAD tarafından kurulan 24 kampta, 1 Haziran 2015 itibariyle 259.323 Suriyeli ve Iraklı mülteci kalıyor [1]. Kamplarda barınan herkes kayıt altına alındığı için sayılarını kesin olarak bilmek mümkün. Kamplarda kalanlar, toplam mültecilerin yaklaşık %15’ine karşılık geliyor. Geriye kalan %85 ise çeşitli şehirlere dağılmış olarak kendi imkânlarıyla yaşamaya çalışıyor.  Nisan 2011’den bugüne kadar Türkiye’ye giriş yapan Suriyeli ve Iraklıların toplam sayısının 2 milyona ulaştığı şu günlerde, sadece İstanbul’da 330.000, Antep’te ise 400.000 mülteci yaşadığı tahmin ediliyor.

Devletin AFAD koordinasyonunda sunduğu yardımların haricinde, çok sayıda STK da sınırlı imkânlarıyla Suriyelilere destek olmaya çalışıyor. Bu noktada STK’ları “inanç temelli” ve “hak temelli” çalışanlar olarak ikiye ayırmak mümkün. “İnanç temelli” STK’lar insani yardım konusunda epeyce aktif; fitre, zekât bağışlarını topluyor, ayni ve nakdi yardım kampanyaları düzenliyorlar. “Hak temelli” çalışan ve sol eğilimli STK’ların büyük çoğunluğu ise gönüllülük esasına göre ya da çok küçük bağışlarla çalışmalarını yürütüyor.

Suriyelilerin yanı sıra, Haziran 2014’ten bu yana Türkiye’ye yaklaşık 30 bin Ezidi de gelmek zorunda kaldı. Bunların bir kısmı sonradan Avrupa’ya veya Irak’a giderken, Türkiye’de halen 10 bin civarında Ezidi’nin yaşadığı tahmin ediliyor. Türkiye’deki Ezidilerin küçük bir kısmı Midyat ve Nusaybin’deki AFAD kamplarında yaşarken, geri kalanı yoğun olarak Siirt, Batman, Şırnak, Diyarbakır ve Viranşehir’de belediyelerin kurduğu kamplarda barınıyor.
Irak’tan gelen Ezidiler, Türkiye’deki “inanç temelli” STK’ların pek çoğunun “ilgi alanına” girmeyebiliyor. Öte yandan, örneğin “hak temelli” bir STK olan Helsinki Yurttaşlar Derneği, Ezidilere ayrılan Mardin Nusaybin’deki geçici kabul merkezine 2500 yatak, 500 hijyen kiti ve Suruç’taki Suriyelilere de 700 kişilik yardım paketi iletmiş durumda. (Kaynak: “Bekleme Odasından …”).


Misafir mi, sığınmacı mı, mülteci mi?
Suriyeli ve Iraklılardan bahsederken “sığınmacı” mı, yoksa “mülteci” mi demek gerektiği, ilk bakışta ayrıntı gibi görünse de, aslında önemli bir konu, çünkü devlet bu insanları hukuksal statü açısından “mülteci” olarak kabul etmiyor.
Uluslararası hukukta mültecilerin statüsünü ve haklarını tanımlayan 1951 Cenevre Sözleşmesi ve 1967 Protokolü’nü Türkiye de imzalamış durumda, ama kendince bir çekince koyarak. Başlangıçta Batılı ülkelerin de uyguladıkları ama 1967’de kaldırdıkları bu  “coğrafi sınırlama” çekincesini Türkiye hala sürdürüyor ve sadece Avrupa ülkelerinden gelen sığınmacıları “mülteci” olarak değerlendiriyor. Avrupa ülkeleri dışından gelenler Türkiye hukukuna göre “sığınmacı” olarak tanımlanıyor ve uluslararası hukuktaki mülteci haklarından yararlanamıyor.

Bu arada, Türkiye'nin Şubat 2013’te çıkarttığı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ve Ekim 2014 tarihli Geçici Koruma Yönetmeliği’nde Suriyelilerin statüsünden bahsederken “sığınmacı” demekten nihayet vazgeçildi, onun yerine “şartlı mülteci” ve “geçici koruma” gibi yeni kavramlar kullanılmaya başlandı.
Suriyelilere sağlanan “geçici koruma” statüsü, mülteci haklarının çok uzağında. Bakanlar Kurulu istediği zaman bu koruma statüsünü kaldırma yetkisine sahip. Türkiye, Suriyelilerin kendi istekleri dışında Suriye’ye geri gönderilmeyeceklerini söylemekle yetiniyor, ama herhangi bir “kalıcı hak” da vermiyor. Başka bir deyişle, “geçici koruma” statüsü, Suriyeli mültecileri “misafir” olarak görmek anlayışının bir devamı.
Geçici koruma kapsamındaki “kayıtlı” Suriyelilere verilen özel kimlik belgesi, ikamet izni yerine de geçmiyor ve vatandaşlık başvurusu için bir adım sayılmıyor. Ama bu kimliğe sahip olmak, kamplarda ve kamp dışında devletin sunduğu sağlık, eğitim ve sosyal yardım hizmetlerine erişebilmenin ön koşulu.

Kuşkusuz, Suriyelilerden önce de mülteci statüsüne sahip olmadan Türkiye’de yaşamını sürdüren, üçüncü bir ülkenin onları kabul etmesini bekleyen ya da kaçak yollardan Avrupa’ya geçmenin yollarını arayan on binlerce Afrikalı, Afgan, İranlı, Iraklı yıllardır vardı zaten (BM Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin Türkiye istatistiklerine göre, Mart 2015 itibariyle kayıtlı olan 58.275 kişi [2]). Dolayısıyla, şimdi Suriyelilerle birlikte bu rakam artık milyonlara ulaşmış durumda. Öte yandan, Türkiye kontrollü biçimde sürdürdüğü “açık kapı” politikasıyla neredeyse her gün binlerce yeni Suriyeliyi kabul ederken, Batı ülkelerinin Suriyeliler için ayırdıkları “kalıcı yerleştirme, geçici ikamet ve aile birleşimi” kotaları hâlâ çok düşük düzeyde kalmaya devam ediyor. Örneğin Alman hükümeti 2014 yılında BMMYK aracılığıyla toplam 20 bin Suriyeliyi almayı kabul etti. Buna ek olarak 8.500 Suriyeli de bazı Alman vatandaşlarının bireysel sponsorlukları sayesinde Almanya’ya yerleşti. (Kaynak: “Hayatta Kalma Mücadelesi …”, s. 5). Ayrıca, yine Almanya veya İsveç gibi ülkelere yerleşebilmek umuduyla, denizden kaçak yolla Türkiye’den Yunanistan’a giriş yapan mültecilerin sayısının da 2015’in ilk beş ayında 50.000’e ulaştığı biliniyor. (Kaynak: Yunan Kathimerini gazetesi).

Türkiye’deki barınma koşulları
Büyük çoğunluğu Hatay, Antep, Kilis, Urfa ve Mardin olmak üzere sınır şehirlerinde yoğunlaşan Suriyeli mülteciler, ya iş bulmak ümidiyle ya da kaçak yoldan Avrupa’ya gitmek için İstanbul, İzmir, Mersin gibi şehirlerde yoğunlaşmış durumdalar. Kamplar dışındaki Suriyeli mültecilerin barınma, sağlık, eğitim hizmetlerine yeterli erişimleri olmadığı, eğer iş bulabilecek kadar şanslılarsa, zor ve ağır işlerde çok düşük ücretlerle çalışmaya mecbur edilerek, yoksulluk içinde yaşam savaşı verdikleri çok açık.

Kamp dışında yaşayan mültecilerin yaklaşık %25’i harabelerde, derme çatma çadırlarda, metruk binalarda barınıyor. Ev kiralayabilecek durumda olanlar, kira masrafını en aza indirmek için mecburen birkaç aile bir arada yaşıyor. Ev sahipleri de genellikle Suriyeli mültecilerden daha fazla ev kirası alıyor. Özellikle sınır bölgelerinde artan mülteci sayısı ve konut azlığı, kiraların ciddi oranlarda artmasına neden olmuş. Şehirlerin daha çok kenar mahallelerinde yaşayan Suriyeli mültecilerin evlerinin fiziksel koşulları, ısınma ve hijyen açısından da oldukça kötü, banyo ve mutfak çoğu zaman yok ya da derme çatma.


Çalışma koşulları
Hükümet, Suriyelilerin çalışma izni almasını kolaylaştıracak yeni bir yasa hazırlamaya girişmişti, fakat henüz yasalaşmış bir düzenleme yok. Suriyeli mülteciler tekstilden inşaata, tarımdan ağır sanayiye birçok farklı sektörde “kayıt dışı ekonomi” çerçevesinde, yani asgari ücretin de altındaki ücretlerle ve sigortasız olarak “çalışmaya çalışıyorlar”.
Belki bu durumdan hoşnut olan tek taraf, Suriyelileri bu koşullarda çalıştıran işverenler. Türkiye’de işsizliğin ve ucuz emeğin çok yaygın olduğu tartışmasız bir gerçekken, birçok işveren için işçinin “kayıtlı” olup olmaması değil, ücret seviyesinin düşüklüğü önemli. Bu nedenle bazı işverenler bu “ucuz emek” akınını bir fırsat (!) olarak kullanıp maliyetleri düşürmeyi deniyor.

Uluslararası Af Örgütü’nün 2014 tarihli “Hayatta Kalma Mücadelesi: Türkiye’deki Suriye’den Gelen Mülteciler” başlıklı raporuna göre, Suriyeli bir mültecinin aldığı ücret Akçakale’de Türkiyeli bir işçinin aldığının %80’i, Urfa’da yarısı ile %80’i arası, Hatay ve Kilis’te yarısı, İstanbul’da ise üçte biri seviyesinde [4]. (Kaynak: “Hayatta Kalma Mücadelesi ...”, s. 25)
İnsan Hakları Derneği’nin “Yok Sayılanlar: Kamp Dışında Yaşayan Suriye’den Gelen Sığınmacılar İstanbul Örneği” başlıklı raporuna göre de, ücret farklılıkları kadar çalışıp ücretini alamama, kötü çalışma koşulları da mültecilerin sık karşılaştıkları sorunlar. Suriyeli mülteciler işe girdiklerinde ne ücret alacaklarını çoğu zaman bilmiyorlar. Kayıt dışı çalıştıkları için haklarını arama şansları yok. Aldıkları ücret düşük olduğu için genelde çocuklar da dahil tüm aile fertlerinin çalışması gerekebiliyor, çocuk işçiliği hızla yaygınlaşıyor [5].

Yerel halk ve Suriyelilerin “rekabeti”
Suriyelilerin çalışma koşullarını etkileyen bir diğer önemli konu, yerel halk ile Suriyeli mülteciler arasında ucuz emek - işsizlik bağlamında ortaya çıkan rekabet algısı ve birçok defa fiziksel saldırılarla ve linç girişimleriyle sonuçlanan önyargılar. Suriyelilerin ucuz işgücü olarak emek piyasasına girmesi, yerel halkın mültecileri “iş fırsatlarını çalan” rakip ya da düşman olarak algılamalarına neden oluyor.

Hacettepe Üniversitesi’nden Doç. Dr. M. Murat Erdoğan’ın “Türkiye’deki Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve Uyum” başlıklı araştırmasında, “Suriyeli mültecilere çalışma izni verilmeli mi?” sorusunu katılımcıların %47,4’ü “Kesinlikle verilmemeli” biçiminde cevaplamış [6]. Bu negatif önyargı, Suriyelilerle herhangi bir iş ilişkisi içerisinde olamayan Türkiyelilerin genel Suriyeli algısında da belirleyici bir yer tutuyor.

Yerel halkla Suriyeliler arasındaki dikkat çekici başka bir “rekabet” konusu da, yine Doç. Dr. Erdoğan’ın raporuna göre, sınır bölgesi illerindeki kadınlarla Suriyeli genç kadınlar arasında yaşanıyor. Bölgedeki bazı erkekler kendi eşlerine psikolojik baskı uygulayarak “Bana iyi davran, itiraz etme, yoksa gider kamplardan 15 yaşında bir Suriyeli kızı kuma getiririm” diyorlar! Haliyle, böyle bir tehditle karşılaşan bölge kadınları, büyük ölçüde erkeklerin yarattığı bu algının etkisinde kalarak, Suriyeli kadınlara hoşnutsuzlukla bakıyor.

Doç. Dr. Erdoğan’ın araştırmasında “Türkiye’deki Suriyelilere ilişkin kanaatinizi en iyi aşağıdakilerden hangisi ifade eder?” sorusuna %20.8 oranında “Ülkemizde misafirdirler”, %20.1 oranında da “Bize yük olan insanlardır” yanıtı verilmiş.
“Suriyelilere kesinlikle çalışma izni verilmemelidir” diyenlerin oranı %47.4.
Suriyelileri şiddet ve suçla ilişkilendirenlerin oranı %62.3.

Suriyelilerin Türk toplumuna entegrasyonu
Aynı araştırma, gönüllü STK çalışanları ve sınır bölgesi illerindeki yerel halkın bir bölümü haricinde, Türk toplumunun çoğunluğunun (özellikle de batı illerinde) Suriyelilerle arasına ciddi bir mesafe koyduğunu gösteriyor. Suriyelilerle gündelik hayat içerisinde birlikte yaşamak, onlarla komşu ya da arkadaş olmak, Türk toplumunun henüz sıcak baktığı bir konu değil. Haritada kırmızı renkle işaretlediğim “Suriyelilere yönelik protesto, saldırı ya da linç girişimi” vakalarına baktığımızda, Türklerin Suriyelilere yaklaşımının kimi zaman “mesafeli tahammül ve yok sayma”, kimi zaman da “açıkça reddetme ve tehdit olarak görme” duyguları arasında gidip geldiğini söyleyebiliriz sanırım.

Öte yandan, Suriye’deki iç savaş hemen yarın bitse bile, birçok Suriyelinin Türkiye’de yaşamaya devam edeceği, artık herkesin kabul etmesi gereken bir gerçek. “Misafir” statüsünü çoktan geride bırakmış olan Suriyeli mültecilerin kalıcı biçimde entegrasyonu ve bu yeni “çok kültürlü hayat” gerçeğinin Türk toplumuna anlatılması konusunda, devletin kamuoyuyla paylaştığı herhangi bir çalışma ise henüz yok.

Belki de bir zamanlar Almanya’ya “misafir işçi” olarak giden Türklerin Alman toplumuna entegrasyon sürecinde yaşadıkları başarı ve başarısızlıkları yeniden hatırlamak gerekiyor. Belki de bugün Suriyelilerin Türk toplumuna entegrasyonu gibi bir “ev ödevi”, hepimizin ilgisini bekliyor.


Kaynaklar:
“Türkiye’deki Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve Uyum” http://www.hugo.hacettepe.edu.tr/HUGO-RAPOR-TurkiyedekiSuriyeliler.pdf
[4] “Hayatta Kalma Mücadelesi: Türkiye’deki Suriye’den Gelen Mülteciler” http://amnesty.org.tr/uploads/Docs/hayatta-kalma-mucadelesi-turkiye'deki-suriye'den-gelen-multeciler720.pdf

7 Mayıs 2015 Perşembe

Geçmişle Yüzleşmek, İleriye Bakmak: Gazetecilerin Sorumluluğu


Melih Cılga – Twitter: @melihcilga

Punto24 Bağımsız Gazetecilik Platformu (P24) ve Friedrich Ebert Stiftung’un (FES) düzenlediği “Geçmişle Yüzleşmek, İleriye Bakmak” başlıklı araştırma programı kapsamında, altı gazeteci meslektaşımla birlikte, Hamburg ve Berlin’de çeşitli medya kurumlarını kapsayan bir araştırma gezisine katıldım. 
13-17 Nisan’da gerçekleşen bu araştırma gezisinin amacı, Yahudi Soykırımı ile yüzleşme sürecinde Alman medyasının üstlendiği rol hakkında bilgi edinmek ve buna dayanarak Türkiye’nin kendi geçmişiyle yüzleşmesi için bizim gazetecilerimizin neler yapabileceğini tartışmaya açmaktı.

Türkiye’nin geçmişinde Ermeni, Süryani ve Rumlara uygulanan “tehcir görünümlü” soykırımlardan Dersim katliamına, 1934 Trakya Musevi pogromundan Varlık Vergisi’ne ya da 1964 Rum sürgününe kadar, henüz devletin ve kamuoyunun yüzleşmediği çok sayıda karanlık sayfa var.
Araştırmaya katılan altı gazetecinin her biri, Türkiye’nin yüzleşmesi gereken bu büyük trajedilerden birini seçip derinlemesine çalışarak bir haber-röportaj hazırlamakla da yükümlüydü. Yüzleşmede medyanın rolü çerçevesindeki Almanya-Türkiye karşılaştırmasının yanı sıra benim seçtiğim çalışma konusu, Türkiye’deki Rum toplumunun “geçmişle yüzleşmek ve ileriye bakmak” faaliyetleri oldu. Bu amaçla, Türkiye’deki Rum toplumunun önde gelen isimlerinden Laki Vingas’la yaptığım ayrıntılı röportajı bu linkten okuyabilirsiniz. Ayrıca bu araştırmayı “veri gazeteciliği” araçlarıyla da desteklemek amacıyla,  veri tablosuna dayanan bir Google Fusion Tables haritası da hazırladım:

İstanbul’daki Rum Ortodoks kilise vakıflarına ait mülklerin hangilerine devlet tarafından el konulduğunu, hangilerinin iade edildiğini gösteren bu güncel interaktif haritayı şuradan inceleyebilirsiniz. (Haritanın dayandığı veri tablosu da burada).

Rum toplumunun devlet birimleriyle pozitif ilişkiler geliştirmesinde büyük emeği olan Laki Vingas, Türkiye’deki Rum nüfusunun kritik derecede azalmış olduğuna dikkat çekerek, “Devlet, üç dört bin tane Rum Yunanlının buraya gelmesini sağlamalı” diyor. Ayrıca “Gayrimüslim cemaat vakıfları haricinde seçme ve seçilme hakkından mahrum kalan hiçbir tüzel kişilik yok!” diyen Vingas, vakıfları Rum cemaatinin ihtiyaçları doğrultusunda geleceğe taşıyabilmek ve yeniden yapılandırabilmek için de vakıf seçim yönetmeliğinin çıkmasını beklediklerini söylüyor.
Laki Vingas













Sorularımızı email yoluyla cevaplayan Rumvader başkanı Andon Parizyanos’un altını çizdiği noktalar ise şunlar: 
1) Türkiye’deki gazeteciler (özellikle genç muhabirler) Rum toplumunu tanımıyorlar, merak etmek ve öğrenmek zahmetine de katlanmıyorlar. Rum cemaatinin 19. ve 20. yüzyıl boyunca Türkiye’nin ortak kültür mirasına yaptığı pozitif katkılar, bugün Türkiye genelinde çok az kişi tarafından biliniyor.  Türk kamuoyu içerisinde bu gerçeği bilenlerin bazıları da bunun açığa çıkmasını ve öğrenilmesini istemiyor. 
2) Rum toplumunun kendini tanıtması ve Türkiye kamuoyuyla pozitif ilişkiler kurması konusunda, Rumların zihnine yerleşmiş olan eski korku ve çekingenliği yıkmak kolay değil, bu gibi çabalar cemaat tarafından akıntıya kürek çekmek olarak algılanıyor.
Andon Parizyanos


Türkiye’de durum kabaca böyleyken, şimdi de geçmişle yüzleşme sürecinde Alman medyasının üstlendiği role biraz yakından bakalım.

Der Spiegel izlenimleri
Almanya’da ziyaret ettiğimiz ilk yer, Der Spiegel dergisinin Hamburg’daki ofisi oldu. Öncelikle, Der Spiegel’in kuruluş hikâyesi hakkında biraz bilgi aldık. Savaştan sonra Almanya’da yaşamın birçok alanı gibi medya dünyası da Batılı işgal güçlerinin denetimi altında, sıfırdan ve yeni baştan kuruldu. Herhangi bir gazete veya dergi çıkartmak isteyen Almanların öncelikle o bölgedeki işgal güçlerinden izin almaları, Nazi geçmişi olan hiç kimseye yazı işleri ekibinde yer vermeyeceklerini garanti etmeleri ve nihayet Batılı anlamda demokrasi ve basın özgürlüğü prensiplerine uymaları gerekiyordu. Der Spiegel dergisi de benzer bir izin-denetim süreci içerisinde 1947’de Rudolf Augstein tarafından kurulur. Kısa sürede başarılı bir performans gösterip ülkedeki işgal güçlerinin ekonomi politikalarını eleştiren haberler yaparak “rüştünü ispatlayan” dergi, bir anlamda İngilizlerden bağımsızlığını kazanır ve artık tamamen Augstein’ın ekibi tarafından yönetilir hale gelir.
Der Spiegel’in temel yapı taşının, gerektiğinde çekinmeden devleti eleştirebilme cesareti ve ifade özgürlüğü için verilen sürekli mücadele olduğunu söyleyebiliriz. Haliyle, hem Alman devletinin hem de sokaktaki sıradan Almanların geçmişle yüzleşip Yahudi Soykırımı’ndaki sorumluluğunu kabul etme sürecinde Der Spiegel kilit rollerden birini oynadı. Yine de Almanya’nın geçmişle yüzleşmesinin hiç kolay bir süreç olmadığını unutmamak gerekiyor. Gönüllü unutkanlık ve inkârdan başlayıp istemeyerek de olsa adım adım bir hatırlama kültürüne doğru evrim geçiren Alman toplumsal bilinci, medya kurumlarının 50 yıla yayılan bu mücadelesine çok şey borçlu. Fakat ziyaretimiz sırasında Der Spiegel eski genel yayın yönetmenlerinden Dr. Martin Doerry’nin de söylediği gibi, yüzleşme süreci henüz tamamlanmış değil.


Dr. Martin Doerry
Yüzleşmenin kısa tarihi
1945’te savaşın sona ermesinden 1960’ların başına kadarki dönemde Almanya’nın soykırım suçlarıyla yüzleşme performansına baktığımızda, önceleri genel bir isteksizlik, inkâr ve “hedef saptırma” eğilimi görülüyor. Burada “hedef saptırma” derken, toplumun her katmanındaki tüm insanların çeşitli seviyelerde bu büyük suça iştirak etmiş olduğu gerçeğini yok sayarak, Yahudilere yapılanları sadece bir grup elit Nazi subayının sorumluluğuymuş gibi gösterme çabasını kastediyorum. 
Örneğin, toplama kamplarında SS subayı olarak aktif görev almış binlerce Alman, ya Yahudilerin ölümünden haberdar olmadıklarını (!) iddia ettiler ya da, biraz daha sıkıştırılınca, emir-komuta zinciri içerisinde istemeyerek bu suçu işlediklerini öne sürdüler. (Almanya’nın geçmişiyle yüzleşme deneyimi ayrıntılı biçimde anlattığım bir yazı şuradan okunabilir).

Bu yaygın sessizlik ve inkârı bozan önemli bir gelişme, soykırımın baş aktörlerinden Adolf Eichmann’ın 1960’da İsrail gizli servisi tarafından Arjantin’de yakalanması ve İsrail’e getirilip yargılandıktan sonra 1962’de idam edilmesi oldu. Alman medyası, Yahudilerin planlı olarak ve kitlesel biçimde katledildiği gerçeğini ilk kez Eichmann duruşmasından sonra yaygın biçimde tartışmaya başladı. Ardından, Aralık 1963’te nihayet ilk Auschwitz duruşmaları Frankfurt’ta başlayabildi. Ama dava boyunca sanıklar yine ısrarla “sivillerin ölümüne yol açmak” suçlamasını inkâr ettiler.
Sonuçta hem İsrail’deki Eichmann davası hem de Frankfurt’taki Auschwitz mahkemelerinin toplum üzerindeki etkisi, geçmişteki suçların “münferit vakalar” olarak kabul edilmesi tezini güçlendirmek oldu. Herkes “sapkın Nazi ideolojisine alet olmuş birkaç kötü niyetli Alman” bulunduğunu kabul etmekle birlikte, geri kalan Alman toplumunun masum olduğuna, hatta savaşın gerçek mağdurlarının kendileri olduğuna inanmayı tercih etti.
Almanya’da yüzleşmenin gecikmesinin diğer bir sebebi de Soğuk Savaştı. Batı Almanya ABD’nin müttefiki olarak kendini ‘haklı olan cephede’ görmeye başlayınca, Nazi döneminde düşmanlık güdülen ‘Sovyetler ve komünistler’, savaş sonrasındaki Batı Almanya’nın da düşmanları olmaya devam etti. Nazilerin toplama kamplarından sağ kurtulan komünistlerin birçoğu yeniden hapse atıldı. Ayrıca Almanlar, Sovyetler’deki savaş esirlerini ve Doğu’da kaybettikleri toprakları öne sürerek, kendilerini savaşın “asıl mağdurları” olarak gördü.

Almanya’nın Yahudi Soykırımı’ndaki rolünün tam olarak açıkça tartışılması, ancak 1968 kuşağını oluşturan gençlerin sahneye çıkmasıyla mümkün oldu. 68 kuşağı Alman gençleri, geçmişte Nazi Partisi üyesi olan birçok kişinin halen önemli görevlerde bulunduğunu söyleyerek, bir önceki kuşakları ahlaki olarak sorgulama ve mahkûm etme cesaretini gösterdiler. Zamanla insanlar toplama kamplarını ziyaret ettikçe ve konuyla ilgili filmler, belgeseller hazırlanıp yayımlandıkça, “gaz odalarından haberim yoktu” mazereti anlamsızlaştı. Artık gerçekler biraz daha yaygın biçimde açıkça konuşuluyor, bir soykırım yaşandığını kabul etme eğilimi ilk kez ortaya çıkıyordu.
Almanya’nın geçmişiyle yüzleşmesinde belki de en önemli adım, 7 Aralık 1970’de Başbakan Willy Brandt’ın Varşova Yahudi Gettosu kurbanları için yapılan anıtın önünde diz çökerek, beden diliyle özür dilemesiyle yaşandı. Öte yandan, Brandt’ın bu davranışının o günlerde Alman halkı tarafından nasıl algılandığı gösteren bir anket verisine bakmak faydalı olabilir. 12 Aralık 1970 tarihli Der Spiegel dergisinde yayımlanan bir anketin sonuçlarına göre, Almanların %41’i bu özrü “uygun” bulurken %48’i “abartılı bir davranış” olduğunu söylemişti. Yaş gruplarına göre dağılımda ise, 16–29 yaş grubundaki gençlerin %46’sının, 30–59 yaş grubundakilerin de %37’sinin Brandt’ı onayladığı görülüyordu.

Kısacası, 1970’lere gelindiğinde bile sokaktaki vatandaş nezdinde inkârdan yüzleşmeye geçişin kolay bir süreç olmayacağı açıkça görülüyordu. Ama kuşkusuz, Willy Brandt’ın sembolik diz çöküşü Almanların Nazi geçmişiyle yüzleşme ve hesaplaşma eğilimini hızlandırdı ve takip eden yıllarda Alman medyasının konuya duyarlı kurumlarının kararlı mücadelesi sayesinde epeyce yol alındı.

Yüzleşme henüz tamamlanmadı!
Öte yandan unutmamak gerekiyor ki, Almanya’daki yüzleşme süreci henüz tamamlanmış değil. Örneğin, Nazi iktidarını ve soykırım uygulamalarını açıkça destekleyen büyük sermaye gruplarının tam olarak geçmişle yüzleştiklerini söylemek mümkün değil. Almanya’nın en büyük sanayicilerinden Quandt ailesi, açıkça destek verdikleri Nazi iktidarı boyunca çeşitli Yahudi firmalarına el koyarak zenginleştiklerini, toplama kamplarındaki binlerce tutsağı silah fabrikalarında köle işçi olarak çalıştırdıkları vb ancak 2011’de kabul etti. Günther Quandt 1946’da tutuklanmıştı gerçi, ama Nazi sempatizanı olmak dışında bir suçu olmadığına hükmedildi ve Ocak 1948’de serbest bırakıldı. Kısa süre sonra da Alman toplumunda saygı duyulan zengin ve güçlü bir işadamı olarak hayatına devam etti. Quandt ailesi, 1960’tan sonra BMW’nin en büyük hissedarı oldu.
Benzer biçimde, 1925’te IG Farben isimli çatı holding altında birleşen büyük Alman kimya endüstrisi şirketleri de Nazi iktidarını açıkça desteklediler. Gerçi bu dev şirketlerin yöneticileri savaştan sonra yapılan mahkemelerde yargılandılar; toplama kamplarında Yahudilerin öldürülmesinde kullanılan zehirli gazları üretmekten sorumlu tutularak hapis cezaları da aldılar. Ama hepsi kısa süre sonra serbest bırakıldı, itibarları iade edildi ve iş hayatına geri döndüler.  
Alman Katolik kilisesinin tamamı ve Protestan kilisesinin de bir bölümü, Nazilere açıkça destek verdiler. Savaşın üzerinden 70 yıl geçti, ama bugüne kadar bu kiliselerden hiçbir özür ya da sorumluluk açıklaması gelmedi. Ayrıca Nazi iktidarı döneminde el konulan Yahudi mallarının iadesi de hala büyük oranda çözülmemiş bir problem olarak bekliyor.


Kuno Haberbusch, NDR televizyonu, Hamburg
Başka bir deyişle, geçmişle yüzleşme bağlamında sorumluluk ve cesaret sahibi Alman gazetecilerin önünde araştırılmayı bekleyen daha pek çok konu var. 
Bu gerçeği Alman gazeteciler de dile getiriyorlar. Hamburg’da özerk kamu yayıncılığı yapan NDR televizyonunun yöneticisi Kuno Haberbusch da benzer şekilde düşünenlerden. Deneyimli gazeteci Haberbusch “Geçmişte olan bitenleri duyduğumuzda utanç ve öfke hissediyoruz. Savaş suçlularının işledikleri suçlara rağmen ne kadar az ceza aldıklarını öğrenince öfkeleniyoruz. Bu nedenle arkadaşlarımla ben, gazeteciler olarak bu insanlık suçunu hatırlatmak istiyoruz. Biz Holokost’la ilgili yayın yapmayı ahlaki bir vazife olarak görüyoruz” diyor.

Hatırlama kültürünü pazarlamak
Almanya’daki diğer bir problem de, özellikle film yapım endüstrisi tarafından yüzleşme mücadelesinin siyasi içeriğinin boşaltılarak “popüler kültür tüketim malzemesi” formatında hikâyelere dönüştürülmesi. Bu trendin en “başarılı” uygulayıcılarından biri olan yapımcı Nico Hoffman ve şirketi UFA Fiction’ı da Potsdam şehrinde ziyaret ettik. Hoffman’ın temsilcisi olduğu ekolün fikri temeli, “kötülüğün sıradanlığı” tezinin Hollywood yöntemleriyle melodramlaştırılmasına dayanıyor. Her ne kadar kendisi Almanların savaş suçlarıyla yüzleşmesine katkıda bulunduğunu iddia etse de durum pek öyle değil. Holokost’u arka plana itip Almanların mağduriyetini öne çıkaran abartılı derece duygusal ve “insani” hikâyeler anlatarak, aslında sıradan insanların bu büyük suçtaki sorumluluğunu hafifletmek ve “hatırlama kültürünü pazarlanabilir bir meta” haline dönüştürmek çabası içinde olduğu gözden kaçmıyor. 

Berlin’de eski Doğu Alman Devlet Güvenliği Dairesi “Stasi”yi ziyaretimiz sırasında öğrendiğimiz en çarpıcı gerçek ise, geçmişle yüzleşmek çerçevesinde Doğu Almanların hemen hiçbir şey yapmamış olmasıydı. Doğu Almanya, Holokost ve savaş suçları her gündeme geldiğinde sadece Batı Almanya’yı suçladı. Doğu Alman devleti, aslında kendilerinin de dahil olduğu bir suçu başkasına yansıtarak, toplumun kolektif hafızasından bu olayı silmeyi amaçlıyordu. Ama bunda pek başarılı olamadıkları, yani Nazi zihniyetinin eski Doğu Almanya şehirlerinde de pekâlâ yaşamaya devam ettiği gerçeği, 1989’da iki Almanya’nın birleşmesinden sonra açıkça ortaya çıktı.

Basın özgürlüğü açısından Almanya ve Türkiye
Almanya ve Türkiye’nin yakın dönem tarihlerinde yaşanmış büyük insanlık trajedilerinin gazetelere nasıl yansıdığını karşılaştırdığımızda, bu iki ülkenin “basın özgürlüğü” kültürleri arasındaki ciddi fark da açıkça görülüyor.
Geçmişte devletin organize ettiği ve geniş halk kitlelerinin de ya gönüllü olarak işbirliği yaptığı ya da destek verdiği büyük suçları haber yaparak kamuoyunda tartışmaya açmak söz konusu olduğunda, gazetecinin takınacağı tavır çalıştığı kurumdaki “ifade özgürlüğünü savunma ve siyasi baskıya direnme” kültüründen doğrudan etkilenir. Örneğin, Almanya’da geleneksel olarak “muhafazakâr – popülist sağ” çizgide yayın yapan “Bild” gazetesi ve yine geleneksel olarak “sosyal demokrat - liberal” çizgide yayın yapan “Der Spiegel” dergisi, Yahudi Soykırımı ile yüzleşmek konusuna çok farklı biçimlerde yaklaştılar. 
Türkiye’de ise böyle bir farklılığa ya da çok sesliliğe rastlamak mümkün değil, çünkü ana akım gazetelerimizin tamamı, neredeyse son yüz yıldır sadece devletin resmi ideolojisinin sözcülüğünü yapmakla yetiniyor. Türkiye’deki Rum toplumunun uğradığı birçok adaletsiz uygulamadan sadece ikisi olan 6-7 Eylül 1955 pogromu ve 1964 Rum Sürgünü dönemlerindeki ana akım gazetelere baktığımızda, Rumları itibarsızlaştıran ve açıkça hedef gösteren yayınlar yapıldığını görmek mümkün.

Başka bir deyişle, Türkiye’nin yüz yıllık tarihinde, eskiden yan yana yaşadığı gayrimüslim komşusuna birden bire düşman diye bakmaya başlamak ya da komşusunun malını mülkünü artık “gasp edilmeye müsait ganimet” olarak görmeye başlamak gibi ciddi toplumsal kırılmalarda, ana akım medyanın hep baş aktör olarak rol aldığını görüyoruz. Örnekler üzerinden gidersek, 1955 ve 1964’te devlet politikasını belirleyen siyasetçiler Kıbrıs müzakerelerinde Türkiye’nin elini güçlendirmek için İstanbul’da yaşayan Rumları bir tür “rehine” olarak görmeyi tercih ettiler; Rumlara baskı uygulamayı, müzakerelerde öne geçmek için bir koz olarak kullandılar. Türkiye’deki ana akım medyadan hiçbir gazeteci de bu adaletsiz politikayı eleştirmedi, bilakis milliyetçi bir heyecanla desteklediler, hatta 1955’te Gökşin Sipahioğlu ve “İstanbul Ekspres” örneğinde olduğu gibi, bizzat organizasyonunda rol aldılar.

Bugün ana akım medyada pek yer verilmese de, örneğin İttihat ve Terakki’nin “milli iktisat – milli burjuvazi” oluşturma politikası da aslında temel olarak gayrimüslimlerin elindeki sermaye ve mülklerin zorla Müslüman halka transfer edilmesine dayanıyordu. Yine zor kullanarak ülkenin gayrimüslim unsurlardan temizlenmesi ve her yönüyle homojen bir ulus kurulması da, bu devlet politikasının temel amacıydı. Tabii ki gazeteler bunu da heyecanla desteklediler.

Bağımsız gazeteciliğe düşen görev
Kısacası, Türkiye’deki gayrimüslimleri bir tehdit olarak gören devlet politikaları, bugün ve son yüz yıldır ana akım medya nezdinde tamamen tartışmaya kapalı ve dokunulmaz / eleştirilmez tabu konumunda. Haliyle, bugün bağımsız medya kurumlarına ve bağımsız gazetecilere düşen öncelikli görevlerden biri de, ana akım medyanın tartışmaya açmaktan özellikle kaçındığı bu konuları “araştırmacı gazetecilik” yaklaşımıyla objektif biçimde haber yaparak, ülkedeki ifade özgürlüğünün genişlemesine ve “toplumsal hafızanın yeniden yazılmasına” katkıda bulunmak.
Eğer Türkiye’de toplumsal hafıza yeniden yazılacaksa ve geçmişimizle yüzleşeceksek, araştırmacı gazetecilerin tartışmaya açması gereken ilk konulardan biri de, gayrimüslimlerin başına gelen felaketlerin dönemsel veya konjonktürel tekil olaylar olmadığı, bilakis gayet organize ve planlı biçimde süregiden bir devlet politikasının sıralı tezahürleri olduğu.

Melih Cılga, 
melihcilga@gmail.com


Laki Vingas fotoğrafı, kaynak: http://goo.gl/qdEpYM

Andon Parizyanos fotoğrafı, kaynak: http://goo.gl/5AVYGe




Text-to-speech function is limited to 100 characters

22 Mart 2015 Pazar

Gönüllü Unutkanlıktan Yüzleşmeye: Almanya Geçmişiyle Nasıl Yüzleşti?


Melih Cılga – Twitter: @melihcilga

Batı Almanya’nın Yahudi Soykırımı’yla yüzleşmesi kolay bir süreç olmadı. Gerçi 1952 yılında Alman devleti İsrail’e soykırım tazminatı ödemeyi kabul etmişti, ama sokaktaki vatandaş açısından baktığımızda, Alman kamuoyu 1970’lere kadar bu konuya hep mesafeli yaklaştı ve büyük direnç gösterdi.
Savaştan hemen sonraki dönemde Alman halkının gündemi geçmişteki suçlarla yüzleşmek değil, bilakis geçmişi unutup “temiz” bir sayfa açarak ülkeyi ve hayatlarını yeniden inşa etmekti. Böylece büyük bir “gönüllü unutkanlık” dönemine girildi. O günlerde yapılan kamuoyu anketlerine göre, Almanların azımsanmayacak bir bölümü hala Yahudileri bir ‘sorun’ olarak gördükleri söylüyordu ve Yahudilerin başlarına gelenlerden aslen kendilerinin sorumlu olduğunu düşünüyordu. [1]  

Doğu Almanya’da ise kendi içlerinde bir yüzleşme deneyimi hiç yaşanmadı, konu her gündeme geldiğinde sadece Batı Almanya’yı suçladılar. Doğu Almanya devleti, aslında kendilerinin de dahil olduğu bir suçu başkasına yansıtarak, toplumun kolektif hafızasından bu olayı silmeyi amaçlıyordu. Ama bunda pek başarılı olamadıkları, yani Nazi zihniyetinin pekâlâ Doğu Almanya’da da yaşamaya devam ettiği gerçeği, 1989’da iki Almanya’nın birleşmesinden sonra açıkça ortaya çıktı.

Kasım 1945 – Ekim 1946 döneminde yapılan meşhur Nürnberg duruşmalarında sadece 24 kişi yargılanmıştı. Nazi iktidarı boyunca üst düzey pozisyonlarda çalışmış bu 24 sanık, “barışa karşı işlenen suçlar, savaş suçları ve insanlığa karşı işlenen suçlar” kategorilerinde hüküm giydiler. (1945’te hukuki literatürde henüz “soykırım / genocide” diye bir suç tanımı yoktu. Aslında ta 1933’te Polonyalı avukat Raphael Lemkin, Ermeni ve Süryani soykırımları hakkında yaptığı çalışmalara dayanarak, ilk kez “soykırım suçu” diye bir terim ortaya atmıştı; ama bu kavramın Birleşmiş Milletler’de “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme” biçiminde benimsenmesi ancak 1948’de gerçekleşebildi.)

Almanya’da hiç kimse Nazi geçmişini hatırlamak istemiyordu, demiştik. Fakat toplumsal hafızayı bütünüyle inkâr etmek de mümkün olmadığı için, unutma ve hatırlama süreçleri ister istemez eş zamanlı yaşanıyordu. Geçmişte bazı suçların işlendiği kabul ediliyordu tabii, ama bu suçların soykırım olmadığı öne sürülüyordu. Yine de Batı Alman kamuoyunda soykırım ile ilgili fikirlerin netleşmesine yol açan ilk gelişme, 1947 yılında Polonya’da görülmeye başlanan Auschwitz Davası oldu. Bu davada 41 SS subayının yargılanıp yarısının idam cezasına çarptırılması ile beraber, Alman halkı en azından bir süreliğine dikkatini “savaş suçlarıyla yüzleşme” konusuna yöneltti.

Ama daha birkaç yıl öncesine kadar Nazi üniforması giydiği halde artık toplumun içinde sıradan bir vatandaş gibi yaşayan milyonlarca Alman’ın aynaya bakmaya hiç niyeti yoktu hala. O sıralarda Almanya’da herkesin gündemi, Marshall Planı sayesinde ekonominin yeniden canlanmaya başlamasıyla birlikte, hızla gelişen Amerikan yaşam tarzı ve tüketim toplumu içerisindeki yerini almaktı.

“Gönüllü Unutkanlık” sapasağlam yerinde  
Batı Almanya’da Nazi suçlarının soruşturulmasına yönelik ilk adım 1950 yılında çıkartılan bir yasayla atıldı, fakat bunun kapsamı da yalnızca “suçu işleyen ve zarar görenin her ikisinin de Alman olduğu durumlarla” sınırlı tutuldu. Bu çerçevede 1952 yılına kadar 5.678 şikâyet başvurusu geldi, 1954’de bu sayı sadece 44’e ve 1956’da onun da yarısına kadar indi. [2]
Tam konu gündemden düşecekken, Rusya’daki Alman savaş esirlerinin ülkeye geri dönmesiyle bu yasa çerçevesindeki başvurularda yeniden bir artış yaşanınca, aslında henüz hiç soruşturulmamış çok sayıda suç olduğu ve birçok failin de halkın içinde serbestçe dolaştığı gerçeği, Alman hukuk çevrelerinde “sessizce” tartışılmaya başlandı. 
Nihayet ortaya çıkan bariz ihtiyaç üzerine 1958 yılında kurulan bir komisyon, Nazilerin Almanya toprakları dışında sebep olduğu sivil ölümleri (toplama kampları ve gettolar da dahil olmak üzere) hakkında ön soruşturma yapmakla görevlendirildi. 1959 yılında bu komisyon, savaş sırasında Auschwitz ve benzeri toplama kamplarındaki SS birliklerinde görev almış şüpheli kişileri belirledi.
Fakat bu kişiler hakkında dava açılıncaya kadar dört yıl sürecek zorlu bir hazırlık döneminin daha geçmesi gerekecekti. Savcılar hem yeterli belge ve tanık bulmakta zorlandılar hem de geçmişiyle yüzleşmek istemeyen Alman halkının şiddetli tepkisiyle karşılaştılar. (Bu dava öncesi dönemi anlatan 2014 yapımı film “Im Labyrinth des Schweigens”in sitesi: http://imlabyrinth-film.de/)

Eichmann davası ve “kötülüğün sıradanlığı”
Bu yaygın sessizliği bozan başka bir önemli gelişme, soykırımın baş aktörlerinden Adolf Eichmann’ın 1960’da İsrail gizli servisi tarafından Arjantin’de yakalanması ve İsrail’e getirilip yargılandıktan sonra 1962’de idam edilmesi oldu. Alman toplumu, Yahudilerin planlı olarak ve kitlesel biçimde katledildiği gerçeğini ilk kez Eichmann duruşmasından sonra yaygın biçimde tartışmaya başladı.
Bu arada, Hannah Arendt’in bu duruşma hakkında yazdığı kitapla bütün dünya “kötülüğün sıradanlığı” kavramıyla tanıştı. Bu kavram sayesinde, “totaliter bir devlet tarafından organize edilen kitlesel katliamlara gönüllü olarak katılan sıradan vatandaşın sorumluluğu nedir” sorusu da hayatımıza girdi ilk kez. Fakat 1963’te Almanya’daki genel toplumsal algıya bakıldığında, soykırımdan hala “geçmişte ve uzakta kalmış bir hayalet” gibi görülen bir avuç elit Nazi subayı sorumlu tutuluyordu. Katliamlarda bilerek ve isteyerek görev almış milyonlarca Alman, sadece “savaş sırasında aldıkları emirleri uyguladıklarını” düşünerek, kendi sorumluluklarıyla yüzleşmeyi reddediyordu.

Frankfurt’taki Auschwitz duruşmaları (1963-68)
1958’de çalışmaya başlayan ön araştırma komisyonunun ulaştığı bulgular sayesinde, nihayet ilk Auschwitz duruşmaları Aralık 1963’te Frankfurt’ta başlayabildi. Dava boyunca sanıklar ısrarla “sivillerin ölümüne yol açmak” suçlamasını inkâr ettiler. Toplama kamplarındaki gaz odalarından habersiz olduklarını, sadece emir-komuta zinciri içerisinde görevlerini yaptıklarını söylediler. Karar, Ağustos 1965’te açıklandı. 6 kişi ağırlaştırılmış müebbet, 10 kişi 3,5 yıldan 14 yıla kadar değişen hapis cezası aldı, 3 kişi de delil yetersizliğinden beraat etti. (Duruşmalar sırasındaki tanık ifadelerinin ses kayıtlarını şuradan dinlemek mümkün: http://www.auschwitz-prozess.de/) 1966’daki ikinci dalga ve 1968’deki üçüncü dalga Auschwitz duruşmalarında da toplam 5 kişi benzer cezalar aldı.
Sonuçta hem İsrail’deki Eichmann davası hem de Frankfurt’taki Auschwitz mahkemelerinin toplum üzerindeki etkisi, geçmişteki suçların “münferit vakalar” olarak kabul edilmesi tezini güçlendirmek oldu. Herkes “sapkın Nazi ideolojisine alet olmuş birkaç kötü niyetli Alman” bulunduğunu kabul etmekle birlikte, geri kalan Alman toplumunun masum olduğuna, hatta savaşın gerçek mağdurlarının kendileri olduğuna inanmayı tercih etti.

68 Kuşağı ve ilk samimi sorgulamalar
Almanya’nın Yahudi Soykırımı’ndaki rolünün tam olarak açıkça tartışılması, ancak 1968 kuşağını oluşturan gençlerin sahneye çıkmasıyla mümkün oldu. 68 kuşağı Alman gençleri, geçmişte Nazi Partisi üyesi olan birçok kişinin halen önemli görevlerde bulunduğunu söyleyerek, bir önceki kuşakları ahlaki olarak sorgulama ve mahkûm etme cesaretini gösterdiler. Samimi bir yüzleşme için sert ve acımasız söylemler ürettiler. Örneğin, ülke çapında birçok ailede gençler “Babam ya da büyükbabam bir katil miydi?” sorusunu sormaya başladılar.
Yükselişe geçen bu yüzleşme dalgası sayesinde, yeni davalar açıldı, Auschwitz haricindeki diğer toplama kamplarında da görev yapmış olanlar belirlenmeye ve yargılanmaya çalışıldı. İnsanlar toplama kamplarını ziyaret ettikçe ve konuyla ilgili belgeseller hazırlanıp yayımlandıkça, “gaz odalarından haberim yoktu” mazereti anlamsızlaştı. Artık gerçekler biraz daha yaygın biçimde açıkça konuşuluyor, bir soykırım yaşandığını kabul etme eğilimi ilk kez ortaya çıkıyordu. [3]

Willy Brandt diz çöküyor!       
Almanya’nın geçmişiyle yüzleşmesinde belki de en önemli adım, 7 Aralık 1970’de Başbakan Willy Brandt’ın Varşova Yahudi Gettosu kurbanları için yapılan anıtın önünde diz çökerek, beden diliyle özür dilemesiyle yaşandı. Öte yandan, Brandt’ın bu davranışının o günlerde Alman halkı tarafından nasıl algılandığı gösteren bir anket verisine bakmak faydalı olabilir. 12 Aralık 1970 tarihli Der Spiegel dergisinde yayımlanan bir anketin sonuçlarına göre, Almanların %41’i bu özrü “uygun” bulurken %48’i “abartılı bir davranış” olduğunu söylemişti. Yaş gruplarına göre dağılımda ise, 16-29 yaş grubundaki gençlerin %46’sının, 30-59 yaş grubundakilerin de %37’sinin Brandt’ı onayladığı görülüyordu. [4]

Kısacası, sokaktaki vatandaş nezdinde “gönüllü unutkanlık”tan samimi yüzleşmeye geçişin kolay bir süreç olmayacağı açıkça görülüyordu. Ama hiç kuşkusuz, Willy Brandt’ın diz çöküşü Almanların Nazi geçmişiyle yüzleşme ve hesaplaşma eğilimini ciddi biçimde hızlandırdı. Geçmişiyle yüzleşmek konusunda büyük bir direnç gösteren Türkiye gibi ülkelerle karşılaştırıldığında, Almanya’nın göreceli olarak kısa sürede çok büyük yol aldığını söylemek rahatlıkla mümkün. [5]

Yine de bu bağlamda Almanya’nın önünde ev ödevi olarak bekleyen iki tane tartışmalı konu daha var gibi görünüyor:
1) 1908-1918 döneminde Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisindeki gayrimüslim azınlıkların başına gelen sürgün ve soykırım gibi felaketlerin planlama ve uygulama aşamasında, İttihat ve Terakki Partisi’nin Almanlarla nasıl ve hangi seviyede bir işbirliği ilişkisi yaşadığının aydınlatılması gerekiyor.
2) 1904-1908 döneminde Afrika’daki Alman sömürgesinde (bugünkü adı Namibya olan bölgede) yaşanan katliamların da daha fazla aydınlatılması gerekiyor. Her şey bir yana, sonradan Josef Mengele’nin hocası olacak ırkçı antropolog Eugen Fischer’in Afrika’daki bu ölüm kamplarında yaptığı “deneyler” (!) ve kafatası ölçümleri bile daha epey tartışma kaldırır gibi görünüyor. [6]

Kaynaklar:
[2] “Auschwitzprozesse” - http://de.wikipedia.org/wiki/Auschwitzprozesse
[3] “Bir Daha Asla!” - http://www.birdahaasla.org/
[4] 12 Aralık 1970’te yayımlanan Der Spiegel dergisindeki anket - http://magazin.spiegel.de/EpubDelivery/spiegel/pdf/43822427
[5] “Vergangenheitsbewältigung” -  http://de.wikipedia.org/wiki/Vergangenheitsbew%C3%A4ltigung
[6] 20. yüzyılın ilk soykırımı: Afrika’daki Herero ve Nama soykırımı - http://www.hakikatadalethafiza.org/duyuru.aspx?NewsId=942&LngId=1