Punto24 Bağımsız Gazetecilik
Platformu (P24) ve Friedrich Ebert Stiftung’un (FES) düzenlediği “Geçmişle
Yüzleşmek, İleriye Bakmak” başlıklı araştırma programı kapsamında, altı
gazeteci meslektaşımla birlikte, Hamburg ve Berlin’de çeşitli medya kurumlarını
kapsayan bir araştırma gezisine katıldım.
13-17 Nisan’da gerçekleşen bu araştırma
gezisinin amacı, Yahudi Soykırımı ile yüzleşme sürecinde Alman medyasının
üstlendiği rol hakkında bilgi edinmek ve buna dayanarak Türkiye’nin kendi
geçmişiyle yüzleşmesi için bizim gazetecilerimizin neler yapabileceğini
tartışmaya açmaktı.
Türkiye’nin geçmişinde Ermeni,
Süryani ve Rumlara uygulanan “tehcir görünümlü” soykırımlardan Dersim
katliamına, 1934 Trakya Musevi pogromundan Varlık Vergisi’ne ya da 1964 Rum
sürgününe kadar, henüz devletin ve kamuoyunun yüzleşmediği çok sayıda karanlık
sayfa var.
Araştırmaya katılan altı
gazetecinin her biri, Türkiye’nin yüzleşmesi gereken bu büyük trajedilerden
birini seçip derinlemesine çalışarak bir haber-röportaj hazırlamakla da yükümlüydü.
Yüzleşmede medyanın rolü çerçevesindeki Almanya-Türkiye karşılaştırmasının yanı
sıra benim seçtiğim çalışma konusu, Türkiye’deki Rum toplumunun “geçmişle yüzleşmek ve ileriye bakmak” faaliyetleri
oldu. Bu amaçla, Türkiye’deki Rum toplumunun önde gelen isimlerinden Laki Vingas’la yaptığım ayrıntılı röportajı bu linkten
okuyabilirsiniz. Ayrıca bu
araştırmayı “veri gazeteciliği” araçlarıyla da desteklemek amacıyla, veri tablosuna dayanan bir Google Fusion Tables haritası da hazırladım:
İstanbul’daki Rum Ortodoks kilise vakıflarına ait
mülklerin hangilerine devlet tarafından el konulduğunu, hangilerinin iade
edildiğini gösteren bu güncel interaktif haritayı şuradan inceleyebilirsiniz. (Haritanın dayandığı veri
tablosu da burada).
Rum toplumunun devlet
birimleriyle pozitif ilişkiler geliştirmesinde büyük emeği olan Laki Vingas, Türkiye’deki Rum nüfusunun
kritik derecede azalmış olduğuna dikkat çekerek, “Devlet, üç dört bin tane Rum
Yunanlının buraya gelmesini sağlamalı” diyor. Ayrıca “Gayrimüslim cemaat
vakıfları haricinde seçme ve seçilme hakkından mahrum kalan hiçbir tüzel
kişilik yok!” diyen Vingas,
vakıfları Rum cemaatinin ihtiyaçları doğrultusunda geleceğe taşıyabilmek ve
yeniden yapılandırabilmek için de vakıf seçim yönetmeliğinin çıkmasını
beklediklerini söylüyor.
Sorularımızı email yoluyla cevaplayan Rumvader başkanı Andon Parizyanos’un altını çizdiği noktalar ise şunlar:
1) Türkiye’deki gazeteciler (özellikle genç muhabirler) Rum toplumunu tanımıyorlar, merak etmek ve öğrenmek zahmetine de katlanmıyorlar. Rum cemaatinin 19. ve 20. yüzyıl boyunca Türkiye’nin ortak kültür mirasına yaptığı pozitif katkılar, bugün Türkiye genelinde çok az kişi tarafından biliniyor. Türk kamuoyu içerisinde bu gerçeği bilenlerin bazıları da bunun açığa çıkmasını ve öğrenilmesini istemiyor.
2) Rum toplumunun kendini tanıtması ve Türkiye kamuoyuyla pozitif ilişkiler kurması konusunda, Rumların zihnine yerleşmiş olan eski korku ve çekingenliği yıkmak kolay değil, bu gibi çabalar cemaat tarafından akıntıya kürek çekmek olarak algılanıyor.
Andon Parizyanos |
Türkiye’de durum kabaca böyleyken, şimdi de geçmişle yüzleşme sürecinde Alman medyasının üstlendiği role biraz yakından bakalım.
Der Spiegel izlenimleri
Almanya’da ziyaret ettiğimiz
ilk yer, Der Spiegel dergisinin Hamburg’daki ofisi oldu. Öncelikle, Der
Spiegel’in kuruluş hikâyesi hakkında biraz bilgi aldık. Savaştan sonra Almanya’da
yaşamın birçok alanı gibi medya dünyası da Batılı işgal güçlerinin denetimi
altında, sıfırdan ve yeni baştan kuruldu. Herhangi bir gazete veya dergi
çıkartmak isteyen Almanların öncelikle o bölgedeki işgal güçlerinden izin
almaları, Nazi geçmişi olan hiç kimseye yazı işleri ekibinde yer
vermeyeceklerini garanti etmeleri ve nihayet Batılı anlamda demokrasi ve basın
özgürlüğü prensiplerine uymaları gerekiyordu. Der Spiegel dergisi de benzer bir
izin-denetim süreci içerisinde 1947’de Rudolf Augstein tarafından kurulur. Kısa
sürede başarılı bir performans gösterip ülkedeki işgal güçlerinin ekonomi
politikalarını eleştiren haberler yaparak “rüştünü ispatlayan” dergi, bir
anlamda İngilizlerden bağımsızlığını kazanır ve artık tamamen Augstein’ın ekibi
tarafından yönetilir hale gelir.
Der Spiegel’in temel yapı
taşının, gerektiğinde çekinmeden devleti eleştirebilme cesareti ve ifade
özgürlüğü için verilen sürekli mücadele olduğunu söyleyebiliriz. Haliyle, hem
Alman devletinin hem de sokaktaki sıradan Almanların geçmişle yüzleşip Yahudi
Soykırımı’ndaki sorumluluğunu kabul etme sürecinde Der Spiegel kilit rollerden
birini oynadı. Yine de Almanya’nın geçmişle yüzleşmesinin hiç kolay bir süreç
olmadığını unutmamak gerekiyor. Gönüllü unutkanlık ve inkârdan başlayıp
istemeyerek de olsa adım adım bir hatırlama kültürüne doğru evrim geçiren Alman
toplumsal bilinci, medya kurumlarının 50 yıla yayılan bu mücadelesine çok şey
borçlu. Fakat ziyaretimiz sırasında Der Spiegel eski genel yayın
yönetmenlerinden Dr. Martin Doerry’nin
de söylediği gibi, yüzleşme süreci henüz tamamlanmış değil.
Dr. Martin Doerry |
Yüzleşmenin kısa tarihi
1945’te savaşın sona
ermesinden 1960’ların başına kadarki dönemde Almanya’nın soykırım suçlarıyla
yüzleşme performansına baktığımızda, önceleri genel bir isteksizlik, inkâr ve
“hedef saptırma” eğilimi görülüyor. Burada “hedef saptırma” derken, toplumun
her katmanındaki tüm insanların çeşitli seviyelerde bu büyük suça iştirak etmiş
olduğu gerçeğini yok sayarak, Yahudilere yapılanları sadece bir grup elit Nazi
subayının sorumluluğuymuş gibi gösterme çabasını kastediyorum.
Örneğin, toplama kamplarında SS subayı olarak aktif görev almış binlerce Alman, ya Yahudilerin ölümünden haberdar olmadıklarını (!) iddia ettiler ya da, biraz daha sıkıştırılınca, emir-komuta zinciri içerisinde istemeyerek bu suçu işlediklerini öne sürdüler. (Almanya’nın geçmişiyle yüzleşme deneyimi ayrıntılı biçimde anlattığım bir yazı şuradan okunabilir).
Örneğin, toplama kamplarında SS subayı olarak aktif görev almış binlerce Alman, ya Yahudilerin ölümünden haberdar olmadıklarını (!) iddia ettiler ya da, biraz daha sıkıştırılınca, emir-komuta zinciri içerisinde istemeyerek bu suçu işlediklerini öne sürdüler. (Almanya’nın geçmişiyle yüzleşme deneyimi ayrıntılı biçimde anlattığım bir yazı şuradan okunabilir).
Bu yaygın sessizlik ve inkârı
bozan önemli bir gelişme, soykırımın baş aktörlerinden Adolf Eichmann’ın
1960’da İsrail gizli servisi tarafından Arjantin’de yakalanması ve İsrail’e
getirilip yargılandıktan sonra 1962’de idam edilmesi oldu. Alman medyası,
Yahudilerin planlı olarak ve kitlesel biçimde katledildiği gerçeğini ilk kez
Eichmann duruşmasından sonra yaygın biçimde tartışmaya başladı. Ardından,
Aralık 1963’te nihayet ilk Auschwitz duruşmaları Frankfurt’ta başlayabildi. Ama
dava boyunca sanıklar yine ısrarla “sivillerin ölümüne yol açmak” suçlamasını
inkâr ettiler.
Sonuçta hem İsrail’deki
Eichmann davası hem de Frankfurt’taki Auschwitz mahkemelerinin toplum
üzerindeki etkisi, geçmişteki suçların “münferit vakalar” olarak kabul edilmesi
tezini güçlendirmek oldu. Herkes “sapkın Nazi ideolojisine alet olmuş birkaç
kötü niyetli Alman” bulunduğunu kabul etmekle birlikte, geri kalan Alman
toplumunun masum olduğuna, hatta savaşın gerçek mağdurlarının kendileri
olduğuna inanmayı tercih etti.
Almanya’da yüzleşmenin
gecikmesinin diğer bir sebebi de Soğuk Savaştı. Batı Almanya ABD’nin müttefiki olarak
kendini ‘haklı olan cephede’ görmeye başlayınca, Nazi döneminde düşmanlık güdülen
‘Sovyetler ve komünistler’, savaş sonrasındaki Batı Almanya’nın da düşmanları
olmaya devam etti. Nazilerin toplama kamplarından sağ kurtulan komünistlerin
birçoğu yeniden hapse atıldı. Ayrıca Almanlar, Sovyetler’deki savaş esirlerini
ve Doğu’da kaybettikleri toprakları öne sürerek, kendilerini savaşın “asıl
mağdurları” olarak gördü.
Almanya’nın Yahudi Soykırımı’ndaki rolünün tam olarak açıkça tartışılması, ancak 1968 kuşağını oluşturan gençlerin sahneye çıkmasıyla mümkün oldu. 68 kuşağı Alman gençleri, geçmişte Nazi Partisi üyesi olan birçok kişinin halen önemli görevlerde bulunduğunu söyleyerek, bir önceki kuşakları ahlaki olarak sorgulama ve mahkûm etme cesaretini gösterdiler. Zamanla insanlar toplama kamplarını ziyaret ettikçe ve konuyla ilgili filmler, belgeseller hazırlanıp yayımlandıkça, “gaz odalarından haberim yoktu” mazereti anlamsızlaştı. Artık gerçekler biraz daha yaygın biçimde açıkça konuşuluyor, bir soykırım yaşandığını kabul etme eğilimi ilk kez ortaya çıkıyordu.
Almanya’nın geçmişiyle
yüzleşmesinde belki de en önemli adım, 7 Aralık 1970’de Başbakan Willy
Brandt’ın Varşova Yahudi Gettosu kurbanları için yapılan anıtın önünde diz
çökerek, beden diliyle özür dilemesiyle yaşandı. Öte yandan, Brandt’ın bu
davranışının o günlerde Alman halkı tarafından nasıl algılandığı gösteren bir
anket verisine bakmak faydalı olabilir. 12 Aralık 1970 tarihli Der Spiegel
dergisinde yayımlanan bir anketin sonuçlarına göre, Almanların %41’i bu özrü “uygun” bulurken %48’i
“abartılı bir davranış” olduğunu söylemişti. Yaş gruplarına göre dağılımda ise,
16–29 yaş grubundaki gençlerin %46’sının, 30–59 yaş grubundakilerin de
%37’sinin Brandt’ı onayladığı görülüyordu.
Kısacası, 1970’lere
gelindiğinde bile sokaktaki vatandaş nezdinde inkârdan yüzleşmeye geçişin kolay
bir süreç olmayacağı açıkça görülüyordu. Ama kuşkusuz, Willy Brandt’ın sembolik
diz çöküşü Almanların Nazi geçmişiyle yüzleşme ve hesaplaşma eğilimini
hızlandırdı ve takip eden yıllarda Alman medyasının konuya duyarlı kurumlarının
kararlı mücadelesi sayesinde epeyce yol alındı.
Yüzleşme henüz tamamlanmadı!
Öte yandan unutmamak
gerekiyor ki, Almanya’daki yüzleşme süreci henüz tamamlanmış değil. Örneğin,
Nazi iktidarını ve soykırım uygulamalarını açıkça destekleyen büyük sermaye
gruplarının tam olarak geçmişle yüzleştiklerini söylemek mümkün değil. Almanya’nın
en büyük sanayicilerinden Quandt ailesi, açıkça destek verdikleri Nazi iktidarı
boyunca çeşitli Yahudi firmalarına el koyarak zenginleştiklerini, toplama
kamplarındaki binlerce tutsağı silah fabrikalarında köle işçi olarak çalıştırdıkları
vb ancak 2011’de kabul etti. Günther Quandt 1946’da tutuklanmıştı gerçi, ama
Nazi sempatizanı olmak dışında bir suçu olmadığına hükmedildi ve Ocak 1948’de
serbest bırakıldı. Kısa süre sonra da Alman toplumunda saygı duyulan zengin ve
güçlü bir işadamı olarak hayatına devam etti. Quandt ailesi, 1960’tan sonra
BMW’nin en büyük hissedarı oldu.
Benzer biçimde, 1925’te IG
Farben isimli çatı holding altında birleşen büyük Alman kimya endüstrisi şirketleri
de Nazi iktidarını açıkça desteklediler. Gerçi bu dev şirketlerin yöneticileri savaştan
sonra yapılan mahkemelerde yargılandılar; toplama kamplarında Yahudilerin
öldürülmesinde kullanılan zehirli gazları üretmekten sorumlu tutularak hapis
cezaları da aldılar. Ama hepsi kısa süre sonra serbest bırakıldı, itibarları
iade edildi ve iş hayatına geri döndüler.
Alman Katolik kilisesinin
tamamı ve Protestan kilisesinin de bir bölümü, Nazilere açıkça destek verdiler.
Savaşın üzerinden 70 yıl geçti, ama bugüne kadar bu kiliselerden hiçbir özür ya
da sorumluluk açıklaması gelmedi. Ayrıca Nazi iktidarı döneminde el konulan Yahudi
mallarının iadesi de hala büyük oranda çözülmemiş bir problem olarak bekliyor.
Kuno Haberbusch, NDR televizyonu, Hamburg |
Başka bir deyişle, geçmişle
yüzleşme bağlamında sorumluluk ve cesaret sahibi Alman gazetecilerin önünde
araştırılmayı bekleyen daha pek çok konu var.
Bu gerçeği Alman gazeteciler de dile getiriyorlar. Hamburg’da özerk kamu yayıncılığı yapan NDR televizyonunun yöneticisi Kuno Haberbusch da benzer şekilde düşünenlerden. Deneyimli gazeteci Haberbusch “Geçmişte olan bitenleri duyduğumuzda utanç ve öfke hissediyoruz. Savaş suçlularının işledikleri suçlara rağmen ne kadar az ceza aldıklarını öğrenince öfkeleniyoruz. Bu nedenle arkadaşlarımla ben, gazeteciler olarak bu insanlık suçunu hatırlatmak istiyoruz. Biz Holokost’la ilgili yayın yapmayı ahlaki bir vazife olarak görüyoruz” diyor.
Bu gerçeği Alman gazeteciler de dile getiriyorlar. Hamburg’da özerk kamu yayıncılığı yapan NDR televizyonunun yöneticisi Kuno Haberbusch da benzer şekilde düşünenlerden. Deneyimli gazeteci Haberbusch “Geçmişte olan bitenleri duyduğumuzda utanç ve öfke hissediyoruz. Savaş suçlularının işledikleri suçlara rağmen ne kadar az ceza aldıklarını öğrenince öfkeleniyoruz. Bu nedenle arkadaşlarımla ben, gazeteciler olarak bu insanlık suçunu hatırlatmak istiyoruz. Biz Holokost’la ilgili yayın yapmayı ahlaki bir vazife olarak görüyoruz” diyor.
Hatırlama kültürünü pazarlamak
Almanya’daki diğer bir
problem de, özellikle film yapım endüstrisi tarafından yüzleşme mücadelesinin
siyasi içeriğinin boşaltılarak “popüler kültür tüketim malzemesi” formatında hikâyelere
dönüştürülmesi. Bu trendin en “başarılı” uygulayıcılarından biri olan yapımcı
Nico Hoffman ve şirketi UFA Fiction’ı da Potsdam şehrinde ziyaret ettik. Hoffman’ın
temsilcisi olduğu ekolün fikri temeli, “kötülüğün sıradanlığı” tezinin Hollywood
yöntemleriyle melodramlaştırılmasına dayanıyor. Her ne kadar kendisi Almanların
savaş suçlarıyla yüzleşmesine katkıda bulunduğunu iddia etse de durum pek öyle
değil. Holokost’u arka plana itip Almanların mağduriyetini öne çıkaran abartılı
derece duygusal ve “insani” hikâyeler anlatarak, aslında sıradan insanların bu
büyük suçtaki sorumluluğunu hafifletmek ve “hatırlama kültürünü pazarlanabilir
bir meta” haline dönüştürmek çabası içinde olduğu gözden kaçmıyor.
Berlin’de eski Doğu Alman
Devlet Güvenliği Dairesi “Stasi”yi ziyaretimiz sırasında öğrendiğimiz en
çarpıcı gerçek ise, geçmişle yüzleşmek çerçevesinde Doğu Almanların hemen
hiçbir şey yapmamış olmasıydı. Doğu Almanya, Holokost ve savaş suçları her
gündeme geldiğinde sadece Batı Almanya’yı suçladı. Doğu Alman devleti, aslında
kendilerinin de dahil olduğu bir suçu başkasına yansıtarak, toplumun kolektif
hafızasından bu olayı silmeyi amaçlıyordu. Ama bunda pek başarılı olamadıkları,
yani Nazi zihniyetinin eski Doğu Almanya şehirlerinde de pekâlâ yaşamaya devam
ettiği gerçeği, 1989’da iki Almanya’nın birleşmesinden sonra açıkça ortaya çıktı.
Basın özgürlüğü açısından Almanya ve Türkiye
Almanya ve Türkiye’nin yakın
dönem tarihlerinde yaşanmış büyük insanlık trajedilerinin gazetelere nasıl
yansıdığını karşılaştırdığımızda, bu iki ülkenin “basın özgürlüğü” kültürleri
arasındaki ciddi fark da açıkça görülüyor.
Geçmişte devletin organize
ettiği ve geniş halk kitlelerinin de ya gönüllü olarak işbirliği yaptığı ya da
destek verdiği büyük suçları haber yaparak kamuoyunda tartışmaya açmak söz
konusu olduğunda, gazetecinin takınacağı tavır çalıştığı kurumdaki “ifade
özgürlüğünü savunma ve siyasi baskıya direnme” kültüründen doğrudan etkilenir.
Örneğin, Almanya’da geleneksel olarak “muhafazakâr – popülist sağ” çizgide yayın
yapan “Bild” gazetesi ve yine geleneksel olarak “sosyal demokrat - liberal”
çizgide yayın yapan “Der Spiegel” dergisi, Yahudi Soykırımı ile yüzleşmek
konusuna çok farklı biçimlerde yaklaştılar.
Türkiye’de ise böyle bir farklılığa ya da çok sesliliğe rastlamak mümkün değil, çünkü ana akım gazetelerimizin tamamı, neredeyse son yüz yıldır sadece devletin resmi ideolojisinin sözcülüğünü yapmakla yetiniyor. Türkiye’deki Rum toplumunun uğradığı birçok adaletsiz uygulamadan sadece ikisi olan 6-7 Eylül 1955 pogromu ve 1964 Rum Sürgünü dönemlerindeki ana akım gazetelere baktığımızda, Rumları itibarsızlaştıran ve açıkça hedef gösteren yayınlar yapıldığını görmek mümkün.
Türkiye’de ise böyle bir farklılığa ya da çok sesliliğe rastlamak mümkün değil, çünkü ana akım gazetelerimizin tamamı, neredeyse son yüz yıldır sadece devletin resmi ideolojisinin sözcülüğünü yapmakla yetiniyor. Türkiye’deki Rum toplumunun uğradığı birçok adaletsiz uygulamadan sadece ikisi olan 6-7 Eylül 1955 pogromu ve 1964 Rum Sürgünü dönemlerindeki ana akım gazetelere baktığımızda, Rumları itibarsızlaştıran ve açıkça hedef gösteren yayınlar yapıldığını görmek mümkün.
Başka bir deyişle,
Türkiye’nin yüz yıllık tarihinde, eskiden yan yana yaşadığı gayrimüslim komşusuna
birden bire düşman diye bakmaya başlamak ya da komşusunun malını mülkünü artık
“gasp edilmeye müsait ganimet” olarak görmeye başlamak gibi ciddi toplumsal
kırılmalarda, ana akım medyanın hep baş aktör olarak rol aldığını görüyoruz.
Örnekler üzerinden gidersek, 1955 ve 1964’te devlet politikasını belirleyen
siyasetçiler Kıbrıs müzakerelerinde Türkiye’nin elini güçlendirmek için
İstanbul’da yaşayan Rumları bir tür “rehine” olarak görmeyi tercih ettiler;
Rumlara baskı uygulamayı, müzakerelerde öne geçmek için bir koz olarak
kullandılar. Türkiye’deki ana akım medyadan hiçbir gazeteci de bu adaletsiz
politikayı eleştirmedi, bilakis milliyetçi bir heyecanla desteklediler, hatta 1955’te
Gökşin Sipahioğlu ve “İstanbul Ekspres” örneğinde olduğu gibi, bizzat organizasyonunda
rol aldılar.
Bugün ana akım medyada pek
yer verilmese de, örneğin İttihat ve Terakki’nin “milli iktisat – milli burjuvazi”
oluşturma politikası da aslında temel olarak gayrimüslimlerin elindeki sermaye
ve mülklerin zorla Müslüman halka transfer edilmesine dayanıyordu. Yine zor
kullanarak ülkenin gayrimüslim unsurlardan temizlenmesi ve her yönüyle homojen
bir ulus kurulması da, bu devlet politikasının temel amacıydı. Tabii ki
gazeteler bunu da heyecanla desteklediler.
Bağımsız gazeteciliğe düşen görev
Kısacası, Türkiye’deki
gayrimüslimleri bir tehdit olarak gören devlet politikaları, bugün ve son yüz
yıldır ana akım medya nezdinde tamamen tartışmaya kapalı ve dokunulmaz /
eleştirilmez tabu konumunda. Haliyle, bugün bağımsız medya kurumlarına ve
bağımsız gazetecilere düşen öncelikli görevlerden biri de, ana akım medyanın
tartışmaya açmaktan özellikle kaçındığı bu konuları “araştırmacı gazetecilik”
yaklaşımıyla objektif biçimde haber yaparak, ülkedeki ifade özgürlüğünün
genişlemesine ve “toplumsal hafızanın
yeniden yazılmasına” katkıda bulunmak.
Eğer Türkiye’de toplumsal
hafıza yeniden yazılacaksa ve geçmişimizle yüzleşeceksek, araştırmacı
gazetecilerin tartışmaya açması gereken ilk konulardan biri de,
gayrimüslimlerin başına gelen felaketlerin dönemsel veya konjonktürel tekil
olaylar olmadığı, bilakis gayet organize ve planlı biçimde süregiden bir devlet
politikasının sıralı tezahürleri olduğu.
Melih Cılga,
melihcilga@gmail.com
melihcilga@gmail.com
Laki Vingas fotoğrafı, kaynak: http://goo.gl/qdEpYM
Andon Parizyanos fotoğrafı, kaynak: http://goo.gl/5AVYGe